Adımlarıma Işık

30 Aralık 2015 Çarşamba

2015 envanteri

Herhalde bu blog'daki beşinci yeniyıl yazım filan olmalı bu. Diğer kapattığım blogları da sayarsak onuncu olabilir.
Hepsinin sonunda öğrendiğim en önemli şey, yapılacaklar listesinin ne kadar saçma olduğu. Olmuyor çünkü. Ya da, geçmiş yıla sövmek gibi anlamsız hareketler. Hayır yani yılın ne kabahati var. Seçim senin. Çidziğin yol senin. Tabi çok ender durumları saymıyorum. Yahut hayatı maalesef kendi ellerinde olamayan istisnaları.

Fakat bazen de evdeki hesap çarşıya uymaz. Sen yaparsın güzelce planlarını, hatta gerçekleşir birkaçı. Ama sonra vınnnn... tuzbuz olabiliyor hepsi. Başta harika başlayan şeyler hüsranla sonuçlanabiliyor. Ama bu da hayatın bir parçası değil mi? Herşey istediğim gibi olabilir mi ki? Peki istemediklerim gerçekleşebilir mi ki? Ben kimim ki...

Biz 2015'e çift olarak girmiştik. Aile yoktu, mekan yoktu. Brüksel sokaklarında girmeyi tercih etmiştik. Çok eğlenceliydi. Selfie çekerken bir grup kafası güzel eleman kadraja girip bizimle poz vermişti filan. Komikti yani. Bu durumda bazı batıl inançlara göre bütün yıl komik ve eğlenceli geçmeliydi ^ _^ elbette öyle birşey olmadı. 

Birtakım yenilikler yaşamakla beraber birçok kararlar aldım. Birçok kararlar almakla beraber üzüntüler yaşadım. Üzüntüler yaşamkla beraber büyük mutluluklar da yaşadım. Bazen esenliğim komple gitti. Sebebi bendim of course. Sona yine toparlandım. Teselli edildim. Teselli ettim. Birsürü şey. Şimdi hangisini 2015'in üstüne atıp içimi rahatlatayım? Hangi nedenden dolayı 2016'ya koştur koştur girip isteklerimi sıralayayım? İsteklerim olmayınca yine bir suçlama ve hooooooop gelsin 2017 : ) hayat bu değil....
Yaşadığımız güzellikler ve kötülükler doğal... Önemli olan üstesinden gelip gelmediğin. Önemli olan üstesinden nasıl geldiğim...

Tek tek " yaşadıklarım" listesi, "verdiklerim" listesi, "kaybettiklerim" listesi, "anladıklarım" listesi, "mutluluklarım" ve "mutsuzluklarım" listesi yapmak isterdim. Yeniden değerlendirmeler ve sonuçlar çıkarmayı da... Ama "öğrendiklerim" listesinde bırak olduğu gibi yaşa, doğal kalsın, dağılsın... var. Yapmayacağım o yüzden.

Herkese sağlıklı bşr yeni yıl diliyorum. Çünkü, gerçekten! herşeyin başı! sağlıktır! gerisi gelir...Hem bedenen, hem ruhen.

Sevgims.
https://www.youtube.com/watch?v=ZRAr354usf8 bu da hediyem olsun

Goncagül "2016"

25 Aralık 2015 Cuma

Merhamet...

...söylenmesi bile zor kelime. Tıkanabilirsin. Ağzına büyük gelebilir. Yüreğine daha da büyük. Anladığının ötesindedir merhamet. Başkadır. Kudretli, çok daha güçlü, büyük, herkesi barındırmayan. Herşeyi kapsamayan. 
Bulunması zor. Sık sık kendi yüreğine sormanı gerektirir. Bazen, "Hala orda mısın?" diye yoklamak belki de. Yahut varolanı sorgulamak gerekir. Gerçekten var mısın... Ayna ayna, söyle bana, kendimi mi kandırıyorum acaba?...


----

Uyandığımdan beri bu kaçıncı kaçışım yani kaçıncı yazışım, bilmiyorum. Yazdıklarımın hepsini sildim, hepsinden vazgeçtim. Çünkü hiçbirisi yüreğimi soğutmadı. İçimin ferahlaması, huzur bulmam gerekiyordu çünkü şimdiye kadar hep yaptığım buydu. Yazmak. Yazarak içimi dökmek ve belki içimi dökersem, rahatlamak...
Hayır. Her cümlemin sonunda boynuma bir ilmik bağladım. Kitlendim. Daha da çok boğuldum. Yazdıklarım benim bile hoşuma gitmiyordu. Kalbime yolculuğa çıktım baktım ki kelimelerim oradan taşıyor? O zaman sorun kalpte mi... Yoksa bana bunları hissettirende mi? Peki ya asıl kural hatası burada başladıysa? İnsan birşeyleri nasıl sorgulaması gerektiğini bilmiyorsa sorguluyor olması birşeyi değiştirmiyor galiba. Neyse. Ferahlamadım. Hiçbirşey ferahlatmadı ve hiçbir söz yetmedi! Kendimi kandıramazdım çünkü hissettiklerim gerçekti. Asıl soru; her gerçek, doğru muydu...

----

Açıp izlemedim ben o videoyu. Hani birçok insanın öfkeyle paylaştığına inandığım, korkulu videoyu. Nasıl adlandırmam gerektiğini bilmiyorum. Yine yeniden aynı şeyi yaşıyorum. Bu paragrafa geçince tıkanıyorum. Söylemek istediklerim bu kadar çokken bu kararsızlık niye? İzlemedim o görüntüleri... Defalarca anlamadım izleyebilenleri de... Üvey anne diyorlar. Ben demek istemiyorum. Yeryüzünde kaç üvey anne vardır biyolojik anneden daha çok sevgi gösterebilen? Mesele bu değil... Başlık bu değil! Mesele o görüntüleri paylaşıp belalar okumak da değil-miş, anladım. Mesele ne biliyor musun? Merhamet...
Hayvanla eşdeğer tutanlar oldu o kadının yaptıklarını. Ben hayvana hakaret saydım o söylemleri. Bir hayvandaki saflık yok o kadında. Herhangi birinin yapabileceği düzeyde kötülükler değil yaptıkları. Aklıma geldikce beynim dönüyor, ağlama krizlerim yeniden başlıyor, midem bulanıyor.... O çocukları yüreğime sokmak istiyorum. Bitti demek. Saçlarından öpmek istiyorum. Koklamak. Mümkünse ruhlarını gözyaşlarımla temizlemek istiyorum......... Hayatta hiçbirşeyi bu kadar çok istediğimi HATIRLAMIYORUM... 
Daraldıkları yerde nefes olmak istiyorum. Rahat uykuları için döşek olmak...

Saatlerdir içim acıyor. İlk değil. Muhtemelen son olmayacak. Uzun zaman sonra dayanamayıp bela okuduğum ilk olay... Ben bu yazıyı yazarken başka şehirlerde bambaşka masum çocuklara eziyet ediyorlar. Eziyetin adı tefferuatı yok.... 

Merhamet diledim. Çünkü bende var olduğunu düşündüğüm bana yetmez. Sana yetmez. Birine yeterken diğerine yetmez... Oysa merhamete ihtiyacı olmayan kim var? Merhamet diledim. Kendim için. O yavrular için. O canavara bürünmüş olan kadın için....Merhamet diliyorum!! Bela yerine merhamet. 
O canım bebeklerin hayatını Merhameti Büyük Olan'a teslim ettim bu akşam. Benim yüreğim bu kadar parçalandıysa, Rab nasıl kurtarmak istiyor olabilir?...



11 Aralık 2015 Cuma

Hayallerimden bir tanesi: done!

Kasım ayı benim için çok güzel bir haberle başlayıp çok kötü bir yaşanmışlıkla sonuçlandı. Çok zor günler geçirdim. Derin acılardı. Ama geçti.

Sanki Tanrı ardından bir sürpriz meleğini daha bana doğru yönlendirip çocukluk hayallerimden birtanesine kavuşmamı sağladı. Barcelona!

Uzun uzun şurası şöyleydi burası böyleydi yazmak istemiyorum çünkü zaten bu işi çok güzel yapan bir blog var! Ellerine su dökemem. Emek istiyor. Kaldı ki ben de gitmeden komple bir akşamımı Barcelona seyahat planı yaparak geçirdim. En çok yardım aldığım blog da Öykü ve İdil'in beraber kullandıkları oitheblog.com. Çok detaylı olmasına rağmen okumaktan sıkılmayacağınız, komik bir dille anlatılan ve heyecanınıza heyecan katan blog olduğuna emin olun. 

Neyse. Catalan insanı ayrı bir blog yazısıdır benim için. Çünkü henüz şu kısa hayatımda onlar kadar sıcakkanlı ve yardımsever insanlar görmedim. Tamam, Türkleri andırmıyor değiller bu konuda ama daha farklı bir ruh olduğu kesin. O kadar güzel ve dolu dolu dört günümüz geçti ki, taşınalım buraya filan dedik : ) Tabi bu işin şakası. Kolay mı öyle sıfırdan hayat kuracaksın...

Velhasıl, eğer henüz gitmediysen ve tarih kokan, sıcacık şehirlerde gezmeyi seviyorsan burayı kaçırma! La Rambla'da yürü. Ara sokaklarının tadını çıkar. Gothic quarter'da birşeyler ye-iç. La Boqueria pazarını es geçme! Gaudi'nin eserlerini ziyaret et vs vsvsvsvs....

Liste çok uzun ve tabana kuvvet tarzında.

Biz çok mutlu döndük. 
Snapchat'te ve instagram da muhteşeeemmm foto ve videolarla milleti bıktırmış olabilirim, sorry!

Diğer şehirler için de mutlaka yukarıda yazdığım blogu ziyaret edin bence.

Goncagül "hola espanyoool"




22 Kasım 2015 Pazar

Senden Önce Senden Sonra

Yaşadığımız bütün tecrübelerin bizi biryere taşıdığı konusunda hemfikiriz değil mi? Hep yenilikler kattığı gibi, aynı zamanda bazı şeyleri de götürüyor bizden...fazlalaştığımız kadar eksiliyoruz aslında. Ya da eksildiğimiz kadar çoğalıyoruz. Yalnızlaştıkca sessizleşiyor, sustukca bağırıyoruz. Mesela bu yazıyı yazmaktaki amacımdan şu an vazgeçtim. Yine. Yeniden. Dökemeyeceğim sereserpe genzimde olanı... anlatamayacağım. Sebebini bilemiyorum. Korktuğumdan değil. Belki paylaştıkca çoğalmasından kaçınıyorum. Böylesine kaplamasını isterken hayatımı, bir yandan da minicik hayali yüreğimin en derin köşesinde hapsolsın istiyorum. Süslü kelimelerle anlamlı cümleler kurmak yerine, geldiği gibi sarılmak istiyorum. Sarılıp susmak. Sanırım sadece hissetmek. Birileri abarttığımı düşünsün yine. Nasıl olsalarla başlayan bahanelerin ardına saklasınlar beni. Farkındayım, iyiliğim için söylenen sözlerin. Ama bazen öylece bırakılmalı herşey. Bırakıp soluklanmalı ve ne yaşanması gerekiyorsa yaşanmalı. Dedim ya, amacım çok farklı dökmekti içimi. Vazgeçtim. Yine. Yeniden.

Belki birgün paylaşılan bir anı olursun. Belki birgün kaçmam senden...

13 Kasım 2015 Cuma

Onbeş güne sığan


Hayatım çoğu zaman koca koca kalabalıkların içinde yalnız geçti. Yeri geldi sebebi bendim. Yeri geldi sebebi onlardı. Şikayet yaşını çoktan geçtim. Onlardan da beslendim, kendimden de. Ama en çok beslenmem gereken yerle ilişkimi - kimi zamanlar incecik kopmak üzere olan bir iple bağlı olsa da - hiç koparmadım. Bu benim başarım değildi. Yine Herşeye Gücü Yeten'in merhameti ve eşsiz sevgisiydi. Bugün buradaysam, bu kadar değişip sakinleştiysem hepsi O'nun elinin eseridir.
Hayat bana O'na güvenmeyi öğretti. Eğitim herzaman tatlı olmadı. Bazen acılı oldu. Acılı olan tecrübeleri hep daha çok tercih ettim. Mazoşist olduğumdan değil : ) Daha iyi dank ettiğinden. İnancımı daha çok sağlamlaştırdığından. Kime güvendiğimi iliklerime kadar hatırlattığından, daha fazla tanıttığından. Başka türlü öğrenmek de mümkün. Fakat şu bir gerçek ki; acıdan tatlı çıkaran Tanrı'nın bu özelliğini kavramak için bazı suları aşmak zorunda kalabiliyorsun. İçin yana yana itaat etmen gerektiğini biliyorsun. Üzüntün ne olursa olsun, yüreğinin büyük bir bölümünün teselli edildiğini hissedebiliyorsun. Bir kez daha şükrediyorsun. Anlık bir şekilde deli olduğunu düşünebiliyorsun : ) ya da düşünüyorlar. Ama sonra daha önce hiç bu kadar bilinçli hareket etmediğini anlayabiliyorsun. Hüzün içinde daha çok şükrettiğin oldu mu hiç? Güçlü bir Elin, en zor savaşlarında seni ayağa kaldırdığını hissettin mi...

Ben yıldızları hep çok sevdim.
Odamın tavan duvarını fosforlu yıldırzlarla kaplamıştım. Tek tek. Üşenmeden. Çok geceler, en belirgin olan, dünyanın başka isim koyduğu benimse Dost dediğim yıldızımla sohbet ettim. 
Şimdi o yıldızların arasına bir yenisi katıldı...

Biliyorum. Her acıdan tatlı çıkabilir. Ama çıkmasada "Ben yine RAB sayesinde sevineceğim, Kurtuluşumun Tanrısı sayesinde sevinçten coşacağım."

Goncagul "15"

9 Kasım 2015 Pazartesi

Hoşçakal Miniğim

Hayatımda ilk defa yazarken bu kadar zorlanıyorum.
Ve çok düşündüm. Tarihe geçmeli mi, geçmemeli mi?
Dayanamadım...
15 gün içerisinde mutluluğu en yükseklerde yaşayıp, yine bugün hüznü en derinlerde yaşıyoruz Çağdaşla.
Öylesine benzersiz ki, tıkanıyorum.
Söylemek istemiyorum.
Seni kendime saklamak istiyorum.
Hiç varolmamak ile varolmayı nasıl başardın?
Seni görmeden, sesini duymadan sevmeyi nasıl öğrendim?
Neden diye sorgulamıyorum.
Çünkü biliyorum; hiçbir şey tesadüf değil hayatta.
Herşeyin bir sebebi var mutlaka.
Kısa da olsa, yaşattığın mutluluk için minnettarım....
Tanrım...
Ve biliyorum.
Bu acının yerine yeni bir güneş doğacak mutlaka.

Hoşçakal miniğim.

26 Ekim 2015 Pazartesi

Poirot Ve Tarutz'un gizli mesajı

Okumaya değer hiçbir şey yok. Duymaya, öğrenmeye...
Dinlemeye değer hiçbir şey yok. Yüreğimize işleyebilenler yok. Sadece olmasını istediklerini yarattıklarımız var. İçlerini doldurduklarımız. Sunulan iskeletlerin içini doldurmak...
Gözlerimiz gerçeği görürken kalbimizin kabul etmediği yerleri süslemek. Renklendirmek siyah-beyazları. Ne kadar yaşamış olursan ol, döngü bu. Uyanmadığın sürece, silkelenmediğin sürece yalanlara devam.

Kendinden tükendiğini gizleyerek. Mutlu yüzler satın al. Bir mağazadan mesela. Nasıl olsa kimse anlamazların arkasına sığın. Tek başınalık yolculuğunda kalabalık göster kendini.
Bir fotoğraf çek mesela. Gözlerinin feri gitmişken koca bir gülümseme yapıştır dudağına. Kimse anlamaz nasıl olsa. 
Bir ülke giyin mesela. Savaşlar olmasın. Yattığın yer huzurluymuş gibi yap. Çocukların ölmediği, gençlerin hayallerini gerçekleştirdiği... Vicdanlıymış gibi yap. Kimse anlamaz nasıl olsa. 
Simsiyah kahvelerde boğulup kemikli gözlüğün arkasından hiçkimsenin anlayamayacağı ansiklopediler oku. Tezler hazırla. Kompozisyonlar yaz. Toplantılara katıl. Konsantrasyonunu elindeki kurşun kalem alsın, bozsun. Dağıtsın ama sen dimdik durmaya devam et. Mış gibi. Kimse anlamaz nasıl olsa. Ne okuduğun kitaptan, ne de arkasına sığındın gözlükten.
Sen; sokaklarca gez, dolaş. Kendi tütün kokun öylesine yapışmış ki burnuna, havayı soluyamıyorsun. Geçtiğin caddeleri ezberle. Bazı köşeleri iyi belle. Kıvrıl. Uyuyormuş gibi yap. Hiç acı çekmiyormuş gibi. Kimse anlamaz nasıl olsa. 
Hiç genç olmamış gibi gençlere nasihatler ver. 
Ya da kırışıklıklarını doldur. Biraz daha şişir. Biraz daha tüket. Biraz daha satın al. Biraz daha heyecan. Biraz daha koş. Biraz daha yorul. Biraz daha doğur. Her gece biraz daha öl yastığında. Kimse anlamaz nasıl olsa...
Biraz daha kahkaha at. Gözyaşların genzine aksın, gizlensin. Sabah okula giderken en sevdiğin oyuncağını yorganının altına yerleştir, üzerini bir güzel ört. Çok yalnızsan montunun cebine koy. Elinle sar. Avuçların terlerken sırtın üşümeye devam etsin. Oyuncağın üşümesin. Kimse anlamaz nasıl olsa... Gülmeye devam et. Rengarenk olmaya. Küçükmüş gibi yap kocaman olmuş gözlerinin arkasında...

25 Ekim 2015 Pazar

Çekilmek istiyorum

Sosyal medyanın asosyalliğinden.
Uzaklaşmak istiyorum bütün samimiyetsizliklerden.
Zorlama gülüşlerden; sarılıp öpüşlerden.
Çekilmek istiyorum.
Gerçekte ne hissediyorsam onu yaşamak ve onu yaşatmak için.
Kimse kırılmasın, kimse yanlış anlamasın diye kıvranmalarımın yerini özgürlük alsın. 
Beni ben olduğum için kabul edip sevsin.
Olmuyor.
Kabul görmüyorsun.
Ya özgür olup yalnızlaşıyorsun, ya da olmadığın gibi davranıp sahte bir kalabalığın içinde mış gibi yapıyorsun.
Çekiliyorum...
Ve kesin kararlıyım.
Varsın kötü bilsinler.
Arayıp sormasınlar.
Zaten arayanım var mı? Merak edenim? Gerçekten halimi soranım...
Var mı sahiden?
Gidiyorum.
Kendime saygı gösterip artık kandırmaca yapmıyorum. Kendime yalanlar değil,  doğrular söylemek istiyorum. 
Herkes öylesine kendine odaklıyken, istediğim küçücük bir samimiyetin fazla zor olduğunu anlıyorum.
Yoruluyorum.
Görünmez bir yükün altına girip herkesin mutlu olmasını istiyorum. 
Herkesi mutlu görme çabasının altında ruhum bağırırken, susturuyorum.
Çekilmek istiyorum. 
Herşeyi bir kenara koyup,  kendimi keşfe çıkmak istiyorum...
Çekilmenin tarifsiz hafifliğini yaşamak için...

Ben de kırdım. 
Ben de gereksiz gittim.
Ben de yanlış yerde susup, yanlış yerde konuştum.
Özür dilerim.
Ama şimdi çekiliyorum...

Sözümü tutar mıyım?

12 Ekim 2015 Pazartesi

Anlatılamayan duygular

Cuma gününden beri karışık duygular içerisindeyim. 
Suriye - Halep'ten bir misafirimiz geldi. Orada yaşadığı zorlukları anlattı. Ailesini Lübnan - Beyrut'a göndermiş. Kendi canını düşünmüyor. "Ölmem gerekirse ölürüm, ama ailem yaşasın" diyor. Aldığı çağrıya kalpten inanmış. 

Ertesi gün en küçük kuzenim sözlendi. Çok mutluydum. İnsan sevdiklerinin mutluluğuna şahit oldukca seviniyor. Bu anlatılmaz bir duygu. Kevin, kuzenim, elimde büyüdü sayılır. Aramızda altı yaş var. Hala etrafımdaki küçük erkek çocuklarına gayriihtiyari Kevin diye seslenirim. Erkek kardeş nasıl birşey ise, kuzenlerim de benim için öyleler. Nasıl mutlu olmayayım? 

Ama anlatılamayan duygu sadece bu değil. Başka duygular da var. Mesela bir yanın çok mutluyken diğer yanının hep buruk olması gibi. Bir gece öncesinde kalmıştı kalbimin yarısı. Bana göre 2015'in iman kahramanıdır Halep'ten gelen davetlimiz. Ailesinden uzakta her türlü zorluğa rağmen müthiş bir esenliğe sahip olan o Babacan adamda kalmıştı bir tarafım.

Hepsi bu da değil. 

Gün ortasında bir haber daha aldım. Ankara'nın ortasında patlama olmuş. 30 ölü? Sonra 80. Derken 96. Sonrası ...

Pazar günü tekrar bütün günümüzü misafirimizle geçirdik. Bir yandan haberlerde kanlı görüntüleri izlerken, diğer yandan terörü en korkunç haliyle burnunun ucunda yaşamasına rağmen dimdik ayakta durabilen bir adamı dinledik... 
Kim onu böylesine esenlikte ve ayakta tutabiliyor? 

Hangi güç...

Anlatılamayan tek duygu mutluluk değil. Acı da en az kadar mutluluk kadar derin. Hele ki elinden hiçbir şey gelmiyorsa. Mecburen kabullenmişsen. Seni zorla inandırmışlarsa. 

İzzettin Çevik'in heryerde dolaşan o görüntüsü gözlerimizin önünden gitmiyor.
Hanımına sarıldığı, kan revan içinde olan.

Dün gece yüreğimizin üzerine fil oturmuş bir vaziyette evimize girdik.
Üstümüzü değiştirdik.
Koltuğa gömüldük.
Ben internete daldım. Çağdaş internete daldı.
Okuyoruz, bitmiyor. 
Görüntüleri seyrediyoruz, bitmiyor.
Aklımızın büyük bir bölümü hâlâ misafirimizde. 
Zarzor, normalde altı saatlik olan yolu onaltı saatte gelmişti. Işid yüzünden. 
Dönüş yolunu düşündük.
Ağzımızı bıçak açmıyor. 
Çünkü dokunsan ağlarız.
İzettin Çevik ve niceleri de gözlerimizin önünde...
Terör diyorum. Sebebi adice. Çözümü çalınıp derin sulara atılmış gibi. Barış yazılı pankartlarla örtülü cesetler. Geride kalmış acılı yürekler. Konuşmak istemiyorum. Tesellisi yok. Tesellisi Rab'den...

Birileri ölmüşken, başka bir yerde birileri mutluluğa ilk adımlarını atmıştı. 
Yine bebekler doğdu.
Yine 9 yaşındaki Veysel Atılğan öldü.

Bilmiyorum. 
Biter mi?


25 Eylül 2015 Cuma

Bırak

Kardeşler mi birbirini hisseder yoksa bu sadece yürekten birbirini seven iki kalple mi ilgilidir emin değilim ama, sıkıntı konuşmadan da anlaşılır bazen. Bu yüzdendir sanırım bazı dostukların kardeşlikten öte oluşu. Ya da bazı dostlukların kardeşlikle eşdeğer tutuluşu. Varsa öyle dostun, tut bırakma. Çünkü zordur öyle bir yüreği bulmak. Bulunca tutunmak... Sırtını yaslamak. "Konuşmasam da o beni anlar..." diyebilmek. Ben böyle dostluklar konusunda hassasımdır. Ama konu bu değil şu an...

Bir haftadır ağabeyimi arayayım, gideyim ya da çağırayım diye gitgeller yaşadım. Normalde yaşamam. Yani normalde bunu hiçkimseyle yaşamam. İçimden geliyorsa yaparım. Ama bazen, birşeyleri yapmak içimden gelse bile başka bir içses bana dur der. O sesi dinlemem gerektiğine inanırım. Bazen dinlemem. Dinlemediğim her tecrübem ağır sonuçlanır ve keşkeler başlar. Aldığım derslerden ilk öğrendiğim şey şu; sesleri ayırt et ve doğruyu yap. Sonuç olarak Kardo'ma ilişmedim. Çok istememe rağmen bir mesaj bile atmadım. Ancak bugün aynı içses "buraya kadar, şimdi ne yapmak istiyorsan yap..." deyince sıvadım kolları. Yanılmadım ve birşekilde hissettiklerim doğruydu. Konuşmasak da görüşmesek de hissetmiştim. 

Dedi ki" artık önceliklerimi gözden geçiriyorum. "

Bugün ben de sormak istiyorum; önceliklerini gözden geçiriyor musun? Yoksa sen de bizim gibi aynı hatayı yapmış olabilir misin? Gereksiz yere fazla enerji  (başka kelime bulamadım) tüketmiş ama karşılığını alamamış olabilir misin? Öncelik sıralamanda yanıldığın için gereğinden fazla yükü sırtlamış olabilir misin? 
Üstlenmememiz gereken her derdi üstlendiğimizde, gerçekten enerji sarfetmemiz gereken konulara karşı güçsüz kalıyoruz. Gücümüzü kuvvetimizi aslında harcamamamız gereken yerlere ve kişilere harcadığımızda, pil çoktan bitmiş oluyor. 
Ben Çağdaş'ın da yardımıyla yıllarca yapmış olduğum bu hatanın üstesinden yavaş yavaş geliyorum.
Peki sen? 

Hergün bunalım ve sıkıntılarının sebebi artık sıyırıp atmak zorunda oldukların olabilir mi? Ya da affetmeyi düşündün mü hiç...affetmenin hafifliğini? ve beklentilerini en aza indirmeyi...

Yalnızlık iyidir bazen. 
Düşünmeye ve muhasebe yapmaya bol vakti olur insanın.

Kendin için en doğru seçimi yapabilmek yine senin elinde.

Goncagül "His"

22 Eylül 2015 Salı

Maskeli Balo vol bilmem kaç

Gün geçmiyor ki ellerimiz buz kesmesin, içimizi bir fincan kahve ısıtmasın.
Birileri ölürken, diğer taraftan yeni doğmuş bebek haberleri alalım.
Açlık haberleri millet millet kol gezerken, öte yandan en lüks restoranlarda kocaman tabaklarda molekül kadar lezzet tüketelim.
Yalansa yalan de...

Hayatın kanunu bu.
Herşey olurken senin dünyan devam etmekte. Sanki etmiyormuş gibi yapanlar da var tabi. Bi şey diyemiyorum onlara.

Ben yine birsürü film izlemeye devam ediyorum. Son zamanlarda daha az kitap okur oldum ki bünyem bundan şikayetci. Şimdi vaktim yok diyeceğim "aaa kitap okumanın vakitle bi ilgisi yoktur kitap yaşamdır bi hayat felsefesidııığğğr" filan duyarım gaipten. Demiyorum o yüzden. Uzun zamandır izlemek istediğim bir iki dizi vardı. Bir tanesine başladım. Benlik bi şey. The Mentalist. Tavsiye ederim henüz izlememiş olanlara. İki-üç saat önce 2016 ajandamı da almaya gittim. Bilmiyorum ya teknolojiyi çok sevmeme rağmen yazmaktan, not almaktan vazgeçemiyorum ben. Yapılacakları telefona kaydedemiyorum zira ettiğimde unutuyorum. Olmuyor yani. Ortalık yerlerde küçük kağıt parçaları olmalı. Elimin altında ajanda olmalı. Yapacak bi şey olmasa bile içine bakmalı. Öyleyim, eskisiyim. Evlendikten sonra aldığım kilolara gelince; savaşıyorum ve sonuç alıyorum. Allahtan big problem değil. Bi kaç bi şey (yazar burada göz yuvarlar)
Bol bol şarkı dinliyorum. Geç kalamam benim öyle bi sorunum var. Mesela nasıl ki sevdiceğim günün her saati gazeteleri yoklarsa, ben de öyle çıkan-çıkamayan, zirvede olan-olamayanlardan haberdar olmak isterim.

Neyse...
Aslında bunlardan bahsetmek istemiyordum.

Tam olarak söylemek istediklerim şunlar;
Büyüdükce bazı şeyleri daha net gördüğünden midir yoksa hayat tecrübesi midir bilinmez ama, yalnızlık seni daha çok çekiyor içine. Arkadaşlıklar, dışarıdaki sahte partiler ve sahte olan nice şeyler seni gitgide uzaklaştırıyor birşeylerden. Kendi içine daha çok yaklaşıyorsun. Kendinden daha çok keyif alıyorsun. Çokların içinde sahteleşmektense tek oluyorum diyorsun.
Her ne kadar doğruluğunu tam onaylayamasam da...

Goncagül "Eylül"

5 Eylül 2015 Cumartesi

Aylan

Benimde söylemek istediklerim var...
Var ama susmayı tercih ettiklerim. Yazıp yazıp sildiklerim. Neyse deyip geçtiklerim... Ağız dolusu bağırmak istediklerim. Ama değmez diye üstünü örttüğüm.

Tabiatıma aykırı. Yapamıyorum. Bunu tarihe geçmezsem, yazmazsam, içimdekini dökmezsem ben hala ben olur muyum bilmiyorum. Birisinin karşısına geçip tıkır tıkır yazdığım gibi konuşmam nadirdir... Pek olmuyor dilediğim gibi. Bu yüzden yazı en iyisi. Ölümsüz olanı...

İnsanlardan birsürü 'mektup' aldın. Öyle yüzükoyun yatmasaydın nefessizce, hiçkimsenin aklında yoktun. Ben de, "Melek Aylan sana yazıyorum, insanlık sen anla" yapacağım.

Sen ilk değilsin. Ve ilk olmayacaksın. Biryerlerde senin gibi acımasızca can vermiş yetişkinlerden, çocuklardan hatta bebeklerden yığınla var. Ve hep oldu. Ve hep olacak. Neden biliyor musun? çünkü suçluyum. Biraz da ben sebep oluyorum senin öyle cansız bedeninden prim yapmalarına. Sanki gerçekten içleri parçalanmış gibi edebiyat yapmalarına. Sert girdim. Biraz gaddar gibi görünebilirim. Belki de haksızlık ediyorumdur birçoklarına? Bilmiyorum. Ben, herkesin içten içe bildiği ama söylemediği ya da söyleyemediği tarafını açığa çıkarıyorum.
Aynı göğün altında, başka yeryüzüne bombalar yağmaya devam edebilir. Salgın hastalıklar büyük kafalar tarafından herkese geçirilip, ardından 'anti-virus'ler üretilebilir. Hepsini Amerika, Avrupa ya da işte kısaca cıks görünenler tüketebilir. Dünya kötülerin dünyası olmaya devam edebilir. Kural bu. Sen istediğin kadar iyi ol. Doğduğun aile çaresizse yapabileceğin birşey yok. Bertaraf edilen, herdaim hor görülen, sokaklarda  bakıp yüz çevirilensin. Dilencilik yapan da sensin. Tepside ardakalan patatesleri yediğin için  dayak yiyen de sensin. Hatta kimi zaman fazla esmer olduğun için sevilmeyen de sensin? Lüks yerlerde, sözde entel arkadaşlarının yanında duyarlılığını konuşturan taş kalplilerin, egolarının okşanmasına sebep olan da sensin... Senin hiçbir suçun yok çocuk.

Suç, sorgusuz sualsiz kibirini ve içindeki kötülüğü durmaksızın konuşturan insanlarda. İyi tarafını beslemek yerine hep kötü tarafını cilalayanlarda. Suç, yine sorgulamaktan uzak olan bazı insanların, yere göğe sığdıramadıkları bazı insanlara oy vermelerinde. Bu olayların gerçekleşmesinde payları yok mu sence? Onlar attıkları oylarla başa geçirdikleri insanlar yüzünden biryerlerde savaşlar devam etmiyor mu sence? Ya da senin yoksul olmanla ilgili bir çıkarları yok mu? Mesela, sen kendi vatanında neden rahat bulamadın? Neden kaçmaya çalıştın... Neden kaçarken hayallerin su oldu...

Üzgünüm yavrum. 

Sen öldükten sonra doğan farkındalık için üzgünüm. Ardından giysiler toplandı. Toplansın. Aş toplandı. Toplansın. Şişelerce su, minibus dolusu erzak. Ama bu da bir süre devam edecektir emin ol. Yine biryerlerde hâlâ iyi olmaya devam eden insanlar olacak. Bir avuç dolusu belki. Ama olacak. Onlara hiç vazgeçmeyenler adını verdim. Hiç vazgeçmeyecekler. Usanmadan, ulaşabildiklerince devam edecekler. Ama bu dünyanın düzenini değiştiremeyecekler...

Bu dünya düzeni değişmeyecek.
Zalimin sözünün geçtiği, fakirin kıyıya vurduğu bir yer burası.

Gittiğin yerde, Göksel Baba'nın yanında huzur bul.
Başka yerde yok.


"HERKES KORKAK."

4 Ağustos 2015 Salı

Kürdan Kollar

Geçen sabah zihnimde Kürdan Kollar rapi ile uyandım. Artık nasıl bir bilinçaltım varsa, rahat birkaç yıldır dinlemediğim bu rap ile uyanıyorum. İlginç geldi ama mırıldanmaya başlayınca da çok yadırgamadım. 

Şöyle der Sago: Feri kaçmış iki göz,birbirine sarılmış iki titrek dudaktan ibaret suratım. 
Yardım çağır... 

Kurtarır bedeni elbet birileri ya 


Kürdan kollar ağırlığından ezilir, dokunsalar ağlarım, ağrısı feryat 

Tahammülsüzüm 
Dindirir acını elbet bi melek ya 


Bir gün öncesi feryat eden bir kadını izlemişim. Kadın sinir krizleri geçirirken, on yaşındaki oğlu içine ağlıyor. İçine ağlamak nedir bilir misin? Gözlerinden süzülür ya hani gözyaşların, en fazlası içine akar. Hiç babanı kaybettin mi ya da? "vatan sağolsun" naraları altında yatan sahteliklerin farkına vardın mı, boşu boşuna gömerken babanı? yaşamadın, yaşamadık çoğumuz. Birileri sarayından izlerken olanı biteni sana düşen bir avuç toprak oldu mu... Haberleri izledikten sonra şezlonguna dönerken, unuttuğun o anda kaldı o çocuk. On yaşında daha. Unuttuğun o anda kaldı sinir krizleri geçiren genç kadın. "Döneceğim demiştin..." diye ağlıyordu kadın. Hayal edebilir miyiz o yürekteki yangını? Bilmiyorum. Ne denir? Ne hissedilir? Tesellisi nedir? Zor biliyor musun... Bu vatan için ölüyor olmak... Birileri için savaşıyor olmak. Gittikce zorlaşıyor. 2009'da verdiğim kararı dün gibi hatırlıyorum. Şehit yazısı yok! dedim kendime. Nasıl durursun sözünde? Nasıl yaparsın ki düşünmeden? El açıp dua etmeden? Üzülmeden, ağlamadan? İnsanlığımdan şüphe ederim eğer kaldıysa kıyısında köşesinde bir nebze... Nefes almadan yazdığımı farkettim şu an. Soluk soluğa. Koştururcasına. Hani oldu mu hiç sana sinirden ya da üzüntüden uzun uzun koşmak istediğin anlar? Bacaklarına ağrılar girene kadar uzaklaşma isteği? Sanki içindekinden kaçabilecekmişsin gibi? Koş, koş, koş, koş, terle...Ağrınla savaş, cebelleş! Kendinle kavga et, soluk soluğa ağla. Terinle gözyaşın karışsın birbirine. Sonra düş... nefes ver. Dur.

Neyse işte...
Memleket mutsuz.
İnsanlar huzursuz.
"Kalabalığın olduğu yerlerden uzak dur" diye tembih ettiğimiz günlerdeyiz.

Sonumuz hayrolsun.

Goncagül "Drama Yolları"


23 Temmuz 2015 Perşembe

Güzel Günler Göreceğiz

Güzel Günler Göreceğiz
Var mı inanan?
Çok uzun yıllar önce inanmış Nazım baba... Defterlerimden birinde kayıtlıydı bu şiir.

Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili, 
Çok uzun yıllar önce yazmış Çirkin Kral... odamın duvarında asılıydı bu şiiri. 

Hangisine inanmalı? 
Hangisine inanmalıydı küçük çocukları mutlu etmek için çabalayan güzel gençlerimiz...

Bilmiyorum.

Tek bildiğim;
Bu yeryüzüne ait umudum yok.
Belki güzel günler göreceğizdir. Mavi günler. Belki her nefes aldığımız an bayramdır. 

Bilmiyorum.

Ama içim acıyor.
Bir ülke bu kadar kana bulanabilir mi?
Bir adam bu kadar acımasız olabilir mi?
Bir din... bu kadar soğutabilir mi yürekleri?

Ve inandığın Tanrı, bu kadar adaletsiz olabilir mi?


"Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,  ışıklı maviliklere süreceğiz..... "

Uğur Özkan, Kasım Deprem, Hatice Ezgi Sadet, Cemil Yıldız, Çağdaş Aydın, Nazlı Akyürek, Ferdane Ece Dinç, Mücahit Erol, Murat Yurtgül, Emrullah Akhamur, İsmet Şeker, Okan Pirinç, Nartan Kılıç, Ferdane Kılıç, Serhat Devrim, Met Ali Barutçu, Erdal Bozkurt, Süleyman Aksu, Koray Çapoğlu, Cebrail Günebakan, Veysel Özdemir, Nazegül Boyraz, Alper Sapan, Alican Vural, Osman Çiçek, Dilek Bozkurt, Büşra Mete, Yunus Emre Şen, Ayda Ezgi Şalcı, Mehmet Ali Varol.

7 Temmuz 2015 Salı

Acı kaybımız...

İnsanlık öldü, başımız sağolsun.
Allah geride kalanlara sabır versin.
Ne bileyim sevgi versin ki üstesinden gelebilelim.
Yani sen, ben, bizim gibi hissedenler için söylüyorum.
Hayatta yaşanan tüm triplere rağmen trip atamayan, şikayet edemeyen, istifini arada sırada bozmak isteyipde bozamayanlara gelsin bu şarkı.

Ne zor dimi? yani özellikle şu son günlerde dünyamızda yaşananlara hayret etmemek mümkün değil. Dün bi ara kasvet çöktü üzerime o derece. Özgürlük adı altında yapılanlardan tut, gurur, kıskançlık, para, şehvet vs...En basitinden oturup bir yabancı klip izlerken bile dünyanin çivisinin çıktığını görüyorsun yakinen.
Çok eskiden bi arkadaş blog yazılarımdan yola çıkarak "sen pesimistsin" demişti. Ben de "ben nasıl olmayayım dağlar" demiştim. Değilim pesimist ama optimist olabilmek ne zor... hatta neredeyse imkansız. Etrafımızda en yakınımızdan bile şaşırtıcı hareketler görmek mümkümken, uzak diyarlar ne yapmasın? kafamda herşeyi deliliğe vurmaya çalışıyorum, boşver çekiyorum kendi kendime ama bi yerden sonra insan bazı şeyleri düşünmeden edemiyor. 

Bi sığınağı olmalı insanın. Ama mesele de bu. İnsan sığınağı bi zayıflık zannediyor. Güçsüzlüğü zayıflık olarak nitelendirdiği için hiçkimseye ihtiyaç duymadığını zannediyor. Oysa ki hepimiz muhtacız...Bizden daha güçlü bir elin kurtarışına muhtacız. Dünya bunu inkar etse de bu böyle. Çizgi filmlerde, kliplerde, filmlerde, kitaplarda vs sırf benliğimizi geliştirmenin çabasına girmemiz gerektiği aşılanmıyor mu sence de? Peki bu ne kadar doğru? 

"İnsan sorgulamaktan korkan varlık olma yolunda hızla ilerliyordu. "Sürü psikolojisi" deyip aşağıladığı insanlardan farksız olduğunu ise göremiyordu. Adeta boyanmış olan gözleri, nevsinden başka birşey göremiyordu. Entellektüel sürü, böyle oluşmuştu. Bütün entel ve dantellerin evet dediğine evet, hayır dediğine hayır demenin marifet olduğu düşünülen günlerdi. Felaket yaklaşıyordu ama hiçkimse farkında değildi. Yavaş yavaş uyutma çabaları sonuç göstermeye başlarken, bazı farkında olan kişiler tehditler alıyordu. İnsanlık başlıca tehdit altındayken, birileri de ağır ağır zombi oluyordu. Zombi istilası sanılanın aksine önce büyük şehirlerde meydana geliyordu. Diğerleri ısırılıyor, ama zehirlendiklerini bilmiyorlardı...."

Goncagül " tören "

10 Haziran 2015 Çarşamba

Her neyse

Bir haziran akşamüstüsü.

Güneş hâlâ tepede, oturduğum koltuğa vuruyor. Rahatsız olmuyorum. Bronz ellerin, parmak aralarındaki beyazlığı görünce mutlu olmayan kadın var mıdır? vardır herhalde...neyse.

Bu aralar herşeyi yarım bırakıyorum. Belki bu yazıyı da yarım bırakırım. Bilmiyorum. Cabuk geçen bir 2015 yaşıyoruz bence. Kazasıyla belasıyla. Mutluluğuyla sevinciyle. Mevsimler bile küs. Daha yeni yaz geldi mesela Belçika'ya. Sürekli değişiyor olmasını saymazsak, iyi gibi. Buna da neyse.
Bel ağrisını bilirdim ama ilk defa tutuldum geçenlerde. Yok böyle bi ağrı. Komple belden aşağısı kopacak zannediyorsun. Kopmuyor. Ne sağa yatabiliyorsun ne sola...Hiç bir şekilde yatamıyorsun zaten. Neyse geçti. Hal böyleyken iki pilates egzersizi yapıp kuyruksokumu, bel, sırt, omuz, vs iyileştireyim dedim. Canım çıktı. Ama iyi. Cıksın. 

Halam gideli bir ay iki gün oldu. Daha dün gibi. Fakat zaman geçiyor. Dün akşam düşündüm; 20sinden sonra hızla geçen yılları. Her günün kaderinin benim elimde oluşunu. Nasıl fırsat kollanırı. Nasıl daha çok insanla tanışılırı. Kaç kitap okunuru. Hangi şarkıda dans ediliri. Hangi filozofu yerden yere vuruluru... Ya fakrında mısın, artık herkes fılozof. Yazar. Politikacı. Enerjici. Evrenci. Ilginç gelıyor bana şu insanoğlunun hep tatmin olmak için başvurduğu yollar. Yine de olamıyorlar. Yargılamıyorum ama sen söyle doğru değil mi... Hangisi işe yarıyor, kim en çok biliyor...

Pedal çevirmekten dizlerım yanıyor şu anda. Biraz da karnım aç. Salçalı acılı ve kaşarlı bı makarnaya hayır demezdim. Ama demeliyim. Malum, evlilik sonrası, evlilik öncesi kilomu özlemekteyim. O da bi dert anlayacağın. Ne kadar kötüymüşüm; bekarken evlenen ve kilo alan tüm hatunların arkasından konuştum. Bu nasıl iştirden girdim ya öyle şey mi olur insan kendini kontrol etmeli ne ayıptan geri çıktım. Sonuç itibariyle kendim bizzat arkasından konuştuğum hatunlarla aynı kaderi paylaşıyorum. Bu yüzden o makarnayı yemesem daha iyi. Neyse. 

Erdoğan kaç gündür kayıpmış. Bi sürü tweet okuyorum bununla ilgili, herkes bi şeyler yazıyor çiziyor. Yine bir kısım haklı bir kısım haksız. Komik olan, haklı olan kısım haksız olan kısım için haksız. Ilginç dimi? Neyse. Koalisyon moalisyon deniyor ya bence hepsi hikaye olacak. Bizce, kimse koalisyona yaklaşmayınca yeniden seçim olacak. Yeniden seçim olunca da bu arkadaşların yeniden iktidar olabilme ihtimali sence yüzde kaç? ...Gönül ister ki öyle olmasın. Peki tut ki öyle olmadı diyorum kendime, sonra ne olur? Yani tut ki AKP, DHP ile birleşti. Nasıl bir yönetim bekler Türkiye? Bi kere AKP ve CHP'nin birleşme olasılığı zaten sıfır sıfır sıfır... MHP desen zor. En çok suyuna gideyim diye düşünecek olan ve planlarına plan ekleyen parti ile birleşme olanağı yüksek. üf neyse. şiştim yine.

Zaman geçiyor kulaç atıyoruz bi şekilde. Kimileri nereye gittiğini bilirken birileri hala hedef belirleyemedi.

Neyse ne iste. Poyraz Karayel başlayacak. Ben kaçar.

Goncagül " Poyrig "


31 Mayıs 2015 Pazar

Gördüklerime İnanmam Gerek

"Hayat eli sopalı öğretmen..." demişti Sago, Gördüklerime İnanmam Gerek rapinde.
Albümün en sevdiğim rapiydi. 
Ya o sopanın altında eziliyorsun, ya da sopanın altına girmeden yırtıyorsun. Fakat öğrenmekten asla kaçamıyorsun. Gün geliyor bildiğini zannettiğin herşey rengini değiştiriyor. Aslında hiçbirşey bilmediğini anlıyorsun. Her geçen yıl yenileri ekleniyor. Eğer inatçıysan önüne çıkıp sana birşeyler öğretmeye çalışan tüm tecrübelerin, sen kabullenene kadar peşini bırakmıyor. Amenna çekiyorsan, belki biraz daha şanslısındır. Çağdaş bazen sorar "Beynin yanana kadar düşündün mü? araştırdın mı?" diye... beynim yanana kadar düşünmediğim herşey bir sopa olarak geri döndü.


Bugün mayıs ayının son günü. Hayatımda yaşadığım en zor mayıs ayını geçirdim. Önce halamı kaybettim. İki gün önce de yüreğimi derinden yaralayan bir haberle uyandım. Hem bedensel hem de zihinsel olarak yıprandım. Ama mesele benim yıpranmam değildi. Daha derin bir acı var yüreğimde. Diyorum ki; acısını bilmeyip sadece hayal edebildiğim tüm duyguların erişilmez olmasına kızıyorum. Kendime kızıyorum. Çünkü bilmediğim her duygunun karşısında acizim. Ne diyeceğimi bilmiyorum. Tesellisi var mı, bilmiyorum. Sonra düşünmeye devam edince şunu sordum kendime; acısını bildiğim o duyguyu tatmış olsaydım, yine de su serpebilir miydim o yüreğe? hayır serpemem. Serpemez kimse... Herkesin acısı kendine. Herkesin çektiği sıkıntı, gün gelir aynı olsa bile, acı dediğin aynı şekilde yaşanmıyor. Neredeyse eminim...

Ama insan ya bu, sevdiği üzülmesin istiyor. Avucunun sıcaklığı onun kalbini sarsın, tüm acısını alsın istiyor. Yine imkansızı istiyor. 
İkinci bir ölüm haberi, hem de en kötüsünden, nasıl üstesinden gelinir, bilinmiyor. 

Aynı şeyi tekrarlayıp duruyorum. Ölümlü dünyada hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor, kalp kırıyoruz. Yarın ne olacağım belli değil. Okuduğun ya da duyduğun kötü haberin ta kendisi olmaman için hiçbir sebep yok düşünsene... Herşey insanlar için ve sen o herşeyin tam ortasına olabilirsin. Yüreğinin katılaştığı hergün biraz daha yabancılaşacaksın kendine. Biraz daha uzaklaşacaksın kendinden. Her uzaklaştığında biraz daha soğuyacaksın insanlardan. Bunun adını güvensizlik koyacaksın ve gururun kendi başını ayaklarının altına alıp seni ezim ezim ezecek. Zayıflık sandığın alçakgönüllülüğü, zayıflık sandığın merhameti, zayıflık sandığın sevgiyi büyüteçle arar olacaksın. Kim dönüp bakacak sana? Sen bile sana uzakken, kim uzatacak elini... Ölüm kapını o veya bu şekilde çaldığında yalnız mı açacaksın kapını... Yoksa kendi ellerinle, zorla açıp, kendi hükmünü kendin mi vermeye kalkacaksın...Nasıl bi karanlıkta olacaksın?

İki can kayboldu. İkisinin ardından gerçeğe bir adım daha yaklaştım. 
O kapının nasıl açılacağını ancak sen belirlersin.

"ölümler nasıl gelir?"

8 Mayıs 2015 Cuma

Ağız Dolusu Hala

Paris'in en huzurlu evi halamın evidir. Karismatik eniştem, çakır gözlü halam...ne amcalarıma değişirim, ne yengelerime. Bir tane de İstanbul Halam var. Ama Paris halam başka. Çakır halam başka. Ağız dolusu halam... Hala demekten zevk aldığım kadın. Gitti bugün...
Şu an Paris'in en huzurlu evi en hüzünlü olarak rebk değiştirdi. Saat 03:21. Eniştem odasına gitmek istemiyor. Koltukta uyuklamayı tercih ediyor. "Yüzüğü elime verdiler..." dedi. İçim nasıl yandı...
Göremedim son bir kez halamı. Bu defa yenemedi halam 'kötü hastalığı'. Yetişseydim, konuşabilir miydik? Görseydim, aklımda hep öyle mi kalırdı? Eniştem şimdi ne yapacak? Halamsız bir ben nasıl olacak?
25. yaşımın ucundayım...düştüm baş aşağı. Öncesinde 'kınalı yapıncak' olmayı hiç sevmiyordum. Bugün keşke halam nefes alsaydı ve istediği kadar kınalı olduğumu söyleseydi.

İnsan tanımadığı duyguların üstesinden gelebilir mi?

Gelir elbet.
Herşeyin var bi ilki.
Matem evinin de.

Elveda halam....

25 Mart 2015 Çarşamba

Şirince

Aylardır yazmak istediğim ama birtürlü uygun zamanı ayıramadığım bir yazı konusu benim için Şirince. Böyle devrik cümleler kurduran, adı gibi şirin ve gerçekten tadı damağında kalacak bir köy. Hazır uyku tutmamışken anlatayım. Ağustos sonu eylülün ilk haftası boyunca tatil yaptık bu yıl. İlkin İstanbul derken Kuşadası ve İzmir. Ege'ye gitmişken epeydir görmek istediğim Şirince'ye de gitmeden olmazdı. Arabamızı kiraladık ve sinsi sinsi kavuran güneşin altında gezmelere koyulduk. Köye varmak için böyle bildiğin tepeye çıkıyorsun. Dön babam dön anca varıyorsun. Bir de önceki yazılarımda bahsettiğim yükseklik korkumu da göz önünde bulundurursak arabanın içinde ne kadar komik göründüğümü sen düşün artık. Yani refleks o kadar acayip bi'şey ki, kapıyı tutup kendine çekiyorsun sanki öyle yaparsam düşmeyiz uçurumdan, Herkülüm ya ben... 
Velhasıl sonunda vardık. Arabadan iner inmez içine çektiğin mis hava paha biçilmez. Tarifi yok. Burada en güzel kelimeleri kullansam nafile. Gidip ciğerlerine kadar çekmen lazım. Bi İsviçrenin dağlarında bu denli nefes aldığımı anladım bir de Şirince'de. Ama hertürlü Şirince'nin havası bir başka. Dar sokakları ve minicik evleri, tarih kokan paket taşları, senden benden akıllı ihtiyarları, her köşe başında mutlu mesut takılan kedileri ve tabii ki şarapları ile hafızalara kazınan güzel Şirince... Arabadan iner inmez kahvaltı yapabileceğimiz bir yer aradık. O gün Çağdaşın da doğum günü olduğundan, özel olsun istedik. Sıcakkanlı ve samimi bir abi hemen mekan reklamı yapınca, mis gibi serpme kahvaltıyı La Kavala'da yaptık. Kahvaltını ederken yemyeşil bir manzarayı izliyorsun. Otlayan hayvanlar, oksijen ve tepelerde olma hissi. Ama beni en çok cezbeden nokta ise, gerçek bir sessizlik! Eğer sen de benim gibi esas sessizliği özlediysen, doğanın bağrında bunu doya doya yaşayabilirsin. 
Leziz bir kahvaltının ardından daha fazla beklemeden gezmek istediğimiz yerleri dolaşmaya başladık. Zaten küçük bir köy olduğu için hem fazla zamanını almıyor hem de görmediğin yer kalmıyor. Ancak, öyle bir kapılıyorsun ki hiç gitmek istemiyorsun. Abartmıyorum bana öyle oldu en azından... Yani nasıl desem en az bir hafta kalıp kendimi oranın havasına bırakmak istedim. Tuhaf bir çekiciliği var. "Gittim, gördüm gezdim" demek yetmiyor. Eminim bir giden bir kez daha ziyaret etmek isteyecektir. Nitekim, kahvaltı ettiğimiz La Kavala'nın sahibi, -maalesef adını hatırlamıyorum-, yıllarını Avrupada geçirmiş gayet güzel işlere imza atmış görmüş geçirmiş bir adamdı. Buna rağmen herşeyini ve herkesi geride bırakarak Şirince'ye yerleşmiş ve bence Şirince'nin en güzel mekanını açmış. Düşünsene, bir iki hafta değil bildiğin ömrünü orada geçiriyorsun. Ee ayağının altında Efes, Selçuk, Kuşadası ve İzmir derken zaten bence başka birşeye ihtiyaç duymuyorsun. Neyse, daracık sokaklarında yürürken esnafın samimiyeti dikkatimden kaçmadı. Para kazanayım da gerisi önemli değil tarzında insanlar değillerdi. Her biri sadece kendi emeği ve en önemlisi dürüstçe para kazanmanın derdindeydi. çok belliydi. Şirince'de yaşayan insanlar şehirlinin kıskançlığından yoksundu...Dar sokaklarında yürürken çok yaşlı bir kadın yaklaştı ve evini gezmek isteyip istemeyeceğimizi sordu. Yaşına rağmen oldukça uyanık biz teyzeydi : ) biz de merak ettiğimiz için peşine düştük. Teyzenin ev dediği senin belki bahçe kulubesi diyebileceğin şekilde bir yer. Biraz burkuldu içim içeri girince. Bi sağa dönüyorsun bi de sola, ev sadece o kadar. Daha da görecek gezecek hatta adım atacak mesafe yok. Mutfağım dediği yer kırık dökük bir tezgahtan ibaret. Koltuk masa filan, zaten koyacak yer yok. Sadece yere serdiği döşek tarzında bir şeyler var, oturmak için. Ama yatmak için de birtek orası var. Aslında ne yapmak isterse yap sadece orası var... Sonra bu teyze gitti poşet poşet, nane kekik ne kuruttuysa getirdi. Satacak. Yani maksat seni eve çekip (gezdiricem ayağına) baharat satmak :)) kızılmaz takdir edilir. 
Dönerken o mükemmel karadut şurubunu içtik. Off buz gibi ama nasıl güzel bir tat anlatamam! Şarabı da zaten karaduttan. Müthiş lezzet. 

Uzun lafın kısası, Şirince maceramı ölümsüzleştirmemek olmazdı.
Görülmeye değer!

Goncagül "şirine"

18 Şubat 2015 Çarşamba

Kara delik. Toprak. Özgecan ve Kadın.

Yaklaşık altı gündür kendimde değilim. Ya da çok fazla kendimleyim. Açıklayamıyorum. 17 yaşındaki ben var içimde. 18, 19 ve 20. 20'den sonrası karanlık. Geçtiğimiz yaz sarıya boyattığım saçlarımın dipleriyle idare ediyorum. Kızıl renkte suskunluğum devam ediyor. Biliyorum. Yaklaşık altı gündür benimle aynı şeyleri yaşayan kadınlar var. Küçük kadınlar, genç kadınlar, olgun ve ellerinin haritasından yolculuğa çıkabileceğin kadınlar. Bana herzaman en iyi dost olan beyaz sayfama yazmak için çok zamanım oldu bu süre zarfında. Canım istemedi. Sonra 5 yaşıma döndüm. Wascolarımla renkleri birbirine karıştırdıktan sonra, siyah wasco ile herşeyi berbat edişlerim geldi aklıma. Sonuç olarak kara bir delik olurdu kağıdımda. O kara deliği aradım. Kelimelerimin gidişini izlerken kara deliğime sığındım. Ağladım şu an ki gibi. İçime ağladım. Gözlerimi silerken kırmızı mantom geldi aklıma. Ceplerinde daima yedek hayal biriktirdiğim kırmızı manto. Benim neslimin kızlarında mutlaka bir kırmızılık gizlidir. Manto, ayakkabı, kazak... Ardından, iyi bir zaferle kazandığım, renkli kocaman misketim geldi aklıma. Gözümün içine sokardım adeta, dalga dalga ışıklar dans ederdi...ışıklar dalgalandıkca oynatırdım misketimi. Sonra misketi kaybeettim. Zaferim sona ermişti. Biraz daha zaman geçti ve ses yapan (hafif topuklu) botlarım geldi aklıma. En fazla 7 yaşındayım. Hava yağmurlu. Ne önüme bakıyorum ne de sağıma soluma. Pür dikkat botlarımda gözlerim. Ekmek almak için dışarı çıkmaya korkan küçük ben, sırf o topuk sesini duymak için yağmurlu ve soğuk havada ekmek almayı göze almıştım. Kulağım topuk sesinde. En büyük mutluluğumda. 

iki gün önce. Daha önce gitmediğim bir hastanenin kafeteryasındayım. Sabahtan beri bir bekleyiş var. İçtiğim ikinci kahve. Kahve su gibi. O gün de söylediğim gibi, "kahve aromalı sıcak su". Ne kadar içersen iç tatmin olmazsın. Camdan kapı var. Oradan dışarıyı seyrediyorum. Hafif yağmur çiseliyor. Yerde solmuş bir yaprak var. Uzun uzun onu inceliyorum. Yine Özgecan geliyor aklıma. Yine botlarım, mantom ve misketim.
 Wascolarla karalanmış kara bir delik içimde.
Yerdeki yaprakta koca bir ömür vardı. Köklü ağacından yeşerdi. Açtı güneşin bağrında. sallandı kuşların altında. Dalına bağlandı. Hiç düşmeyecek sandı. Hiç sararmayacak sandı. Meyve verdi. Bir çocukla tanıştı. Çocuğun düşüp dizlerini kanatışına şahit oldu. Bülbülün sesiyle uyandı. Sonra mevsimlerden sonbahar oldu. Yaprak direndi. Ama rengi çoktan değişmişti. Dalına tutundu. Dal üzgün, kök üzgün... Yaprak narindi. Vaktinin geldiğini bildi. Ses etmedi. Usul usul süzülerek yere düştü. Öldü.
İki saat sonra yukarıdan, tekerlekli sandalyede güzel bir kız indi. En fazla 18 yaşında görünüyordu. Yüzünde bir gülümseme vardı. Eli yamuktu. Başı da zaman zaman gayriihtiyari sallanıyordu. Yanındaki yaşlı kadına muhtaçtı. Bir fincanı bile tutamıyordu...kendime kızdım. Yine genzim isyan etti. Yine bir yumru çöktü yüreğime. Hiç fincan tutabiliyor olmama şükretmemiştim... elimde bir misketi yuvarlayabiliyor olmama, uzun uzun botlarımdan çıkan sesi dinleyebiliyor olmama, mantomun ceplerinde hayal biriktirirebiliyor olmama hiç şükretmemiştim.

Biz kadınlar üç beş topuk tıkırtısı, bir kırmızılık, biraz misket ve biriktirdiğimiz hayaller kadar zararsızız. Defalarca açıp açıp okuduğumuz hayallerimizde mutlu olan, ayaklarımızın üzerinde güçlü hisseden, en az senin kadar değerliyiz! Bedeni Tanrı tarafından ödüllendirilmiş, doğurganlığa sahip, aklının çorbasında bile daima dimdik durabilecek kuvvete sahibiz. Yeter ki şu kafamıza koyalım; koşarız, konuşuruz, anlatırız, öğretiriz, gülümseriz, güldürürüz, gideriz, geliriz, taşırız! Bırakırız, pişiririz, içeriz, dinleriz, sarılırız, severiz, merhamet ederiz..........Ama dünya bizi böyle kabul etmedi. En moderninden en cahiline. Kadın önemsiz. Kadın 5 dakikalık. Kadın ya onun ya toprağın....

 Bu kez toparlayamadım. Aklımı, içimi, ... üç beş güne unutulacak, birileri için unutuldu bile cümleleri kafamda zil çalıyor. Benim ellerim soğuk. Birilerinin konuyla ilgili yazıları bir milyon kere RT'lenmiş. Ne güzel ne anlamlı... birileri yine saçmalamış sonra özür dilemiş, biz yine günlerce onu konuşmuşuz ne güzel... bir websitesi hazırlanmış içinde Özgecan gibi katledilen kadınlara anıt olarak, girip bakabilirmişiz ne güzel... idam cezası geri gelsinmiş, yok hadım edilsinmiş, falanca yerde şu işkenceler yapılıyormuş, ne güzel....
insanlığımız günbegün ölüyor. Hem de ağır ağır...Haykıracak çok şey var. Ama ses küskün... 

Goncagül "karadelik"


25 Ocak 2015 Pazar

Ben şiştim sen?

Merak ediyorum senin de için şişti mi...

Son zamanlarda herzamankinden daha çok mu kötü haber var, yoksa kötü haberler boyut mu değiştirdi ne oldu bilmiyorum. Önceden cinnet geçirip çocuklarını öldüren anne-baba kanımızı donduruyordu. Bugün, 'din' adı altında 5-6 yaş kızçocukları ile cinsel ilişkiye girilebileceği vaaz ediliyor. Daha bugün okudum, adamın biri, yani din adamı olduğu söylenen adamın biri, bir annenin dizüstü kıyafetinin bile çocuğunu tahrik edebileceğini söylemiş. Yazarken bile acı çektim, ne diyeceğimi bilemiyorum. Tek bildiğim her geçen gün duyduklarıma da gördüklerime de inanmakta güçlük çekiyorum. Daha doğrusu kabullenmek istemiyorum. Yok artık bu kadarı da fazla demenin ötesinde içimden birşeyler söylemeye çalışıyorum ama içimden sadece böğürebiliyorum, kelime yok. Çünkü böylelerine diyecek laf yok!

Yazının devamını yazamıyorum. Oturdum tırnaklarımı yiyorum şu anda. O derece bir gerginlik, üzüntü, zorlama kabulleniş, baş ağrısı, sinir ve azıcık kalpte kriz yapmaya başladı bende.
Müşterinin artığını yediği için dövülen çocuğun Suriyeli diye altının çizilmesine de ayar oldum. Suriyeli muriyeli ama ya çocuk işte! Sadece çocuk! Yemek artığını gelip yedi diye dövülen, sade, sadece bir ÇOCUK. Nasıl bir vicdan, nasıl bir ruh, nasıl bir zihniyet elini kaldırabilir böylesi bir duruma ya? Senin kalkıp o patateslerin tazesini vermen gerekirken, bir de çocuğa dayak atıyorsun. Diyecek laf var mı? Kaldı mı?
Sen; imandan, sevgiden, allahtan, ahlaktan dünyadan ahiretten şundan bundan bahsediyorsun... Sen de ahlak anlayışı kaldı mı? Sevgi kaldı mı? 
Ben şiştim.
Her geçen gün, yüreklerde biraz dah afazla beslenmiş kötülüklerin meyvelerini görmekten yoruldum. Kaldı ki, yorulmayı bile kendime hak görmüyorum! Ne zaman ah vah çeksem, ne zaman sırtıma sancılar saplansa dizlerimin bağı çözülse ya da iştahım kesilse kendime kızıyorum. E böyle oldun da ne oldun? bir şey yapabiliyor musun diye kızıyorum kendime...

Hayır hiçbir şey yapamıyorum. Emin olduğum tek şey dünyanın daha iyi bir yer olmayacağı.

Bana da, bize de duadan başka birşey yok.
Duanın gücüne inan.
Tek umudum bu...

Goncagül "şiş"

12 Ocak 2015 Pazartesi

Je Ne Suis PAS Charlie

Yazı başlığımı okuyanlar belki de benim ne kadar yobaz biri olduğumu düşünecektir. Belki başlığı görür görmez okumaktan vazgeçecektir, bilemiyorum ama ben de yazma özgürlüğümü kullanmak istedim.
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, cinayet yeryüzünde varolan en aşağılık suçlardan biridir benim için. Bir insanın canını almak, kendinde buna hak görmek başlıbaşına kibirden, gururdan, gaddarlıktan başka bir şey değildir. Canı veren Tanrı olduğuna göre ve yargılama yetkisine sahip olan tek güç olduğuna göre, kim  buna cesaret edebiliyor? Hiçbir sebep, hiçbir inanç, hiçbir ideoloji başka bir insanın ölümüyle cezalandırılmamalı. Vakti geldiğinde haklının hakkı aranır, ceza da yargı da en yüksek kurulda belirlenir. Bu satırları özellikle yazıp netleştirmek istedim ki şimdi yazacaklarım yanlış anlaşılmasın.
Charlie Hebdo, birçoklarının bugüne kadar bilmediği, Paris'te haftalık basılan bir dergidir. Genellikle tarikatlar, dini inançlar (islam, hristiyanlık, yahudilik, vb...) ve politika gibi konular üzerine yazar çizerler.
Yüzdeyüz demokrasiyi savunan, sözel veya kalem farketmez, düşünce özgürlüğüne saygı duyan ve öyle olması gerektiğine inanan birisiyim. Bunun için hertürlü çabalarım. Fakat sormak istiyorum; insanların inançları ile ilgili -ki inanç bazı insanların temelidir- dalga geçmek, hor görmek, aşağılamak, hem inancın kendisini hem de inananları yermek, ne kadar saygılı ve doğru bir davranıştır? Biz insanlar, herzaman duygusal olarak 'madur'un yanında olmak isteriz. Otomatik olarak savunma içgüdüsü ile çoğu zaman düşünmeden yaparız bunu. Ben de hep böyle bir insan oldum hatta belki birçoklarından daha fazla. Ancak bu cinayet olduğundan beri düşünüyorum. Cinayetin cezası adalet tarafından verilmeli. Suçlular bedelsiz kalmamalı. Evine ateş düşmüş ailelerin yüreğine bu anlamda biraz olsun su serpilmeli. Vahşice öldüren zalim katillerin kökü bulunmalı. Hemfikirim. Ama bu, benim Charlie Hebdo'yu savunmam gerektiği anlamına geliyor mu? Ben asla Charlie Hebdo olamam. Hele ki birzamanlar Hrant Dink olmuş birisi olarak, buna cesaret edemem. Ben renk değiştiremem. Benim inancımı yerden yere vuran, saygı göstermeyip dalga geçeni savunamam.
Demokraside hakların gelişimi:ana madde insan hakları. Tüm insanların hak ve SAYGINLIK açısından EŞİT ve ÖZGÜR olarak doğduğu anlayışına dayanır. Peki bu durumda Charlie Hebdo ahalisi bu haklara tecavüz etmiş olmuyor mu?

Fransa'da bu olayın sonucunda protesto amaçlı bir buçuk milyon yürümüş. Başka ülkelerde insanlar açlıktan ölürken nerede bu bir buçuk milyon? Yine teröristler tarafından katledilen Irak ölürken neredeyiz? Nerede hep bir ağız oluşumuz, birlik oluşumuz, protestomuz, yürüyüşümüz? Avrupa nerede? Özgür iradesi, insan hakları, sevgisi cartı curtu nerede...Ama mezhep savaşlarına kayıtsız kalmak daha kolaydır öyle değil mi. Bırakalım birbirlerini vursunlar. Hatta destek olalım, silahlar gönderelim, kendi çıkarlarımızı gözetelim, onlar ölsün ki biz yaşayalım...Mizah yapalım! Çok satalım! Çocukların başları acımasızca kesilirken bir buçuk milyon yok. Kadınlar, erkekler kan ağlarken bir buçuk milyon yok. Kalem var söz var o da niçin var? İnançla dalga geçmek için, "biz sizin gibi salak değil gayet moderniz sizi de sallamıyoruz kendi kanınızda boğulun bize ne"nin karikatürleri var....sadece karikatürleri.
Benim anladığım insanlık kavramı bu değil. Olamaz.

Dünya sadece tuzu kuru, kansız günler geçiren, karnı tok sırtı pek vatandaşlarımızın dünyası değil... dört elle sadece inancına sarılabilmiş olan çaresiz insanların belki de tek umudı ile dalga geçemezsin Charlie Hebdo.

Umarım o katiller en yakın zamanda bulunurlar. Umarım bu cinayetler son bulur. Umarım bu örgütlerde uyanış olur da yürüdükleri yoldan dönerler. Umarım Charlie Hebdo'da ölen insanların yakınları teselli bulur...

Hep diyorum. Ateş düştüğü yeri yakar!

Goncagül "JeSuisHumain"