Adımlarıma Işık

23 Ekim 2011 Pazar

Yeğenim Matthias

Bana ilk defa hala olma duygusunu yaşatacaksın birkaç gün  sonra. Aslında şimdiye kadar doğmuş olman gerekiyordu. Belki bir iki saat sonra bile doğabilirsin. Anlaşılan, sen de halan gibi inatçısın dünyaya gelip gelmemek konusunda. Ben de on - onbir gün gecikmişim. Sanırım hiç bilmediğim bir ortam hakkında tereddütlerim varmış. Yaşamak ağrısı sarıldı boynuma diyor ya hani Ahmet Kaya, baban öğretecek birgün o şarkıları sevmesini sana...onun gibi mesela. Sakın sevmemezlik yapma. Topa tutarlar benden söylemesi... Dünyaya gelip nefes almak konusunda bilinmedik endişelerim varmış diyorum ama, geldikten sonra farklı düşünüyor insan. Bana güven. 

Sana Timur diye seslendiğim için bana hiç tekme atmadın. Alacağın olsun. Büyük teyzenle bilmeden bir bağ kurmuşuz aramızda, o da seslenirmiş Timur yukarı Timur aşağı. Doğduğunda da Timur diye seslenirsem alınma. Espri gibi mutluluk kattın hayatıma. Kal o tatta. Şimdi sen bilmiyorsun ama, birçok anıyı birden hatırlatıyorsun bana. Babanı mesela. Ve 'baban' demenin ne kadar inanılmaz, ne kadar iç gıcıklayıcı olduğunu hissetmek var bir de. Baban için herkes 'kuzeni' diyecek. İnanma. Kardeşimdir o benim. Sırdaşımdır... Baban, gözlerine baktığımda hâlâ beni saflığın var olduğuna ikna eden adamdır. Dostumdur. Yıllar önce, biz çocukken kafama attığı renkli yumurtaları hatırlar güleriz bazen. O akşam canımı yakmış olan bu yaşanmışlığı bugün gülümseyerek sana anlatıyor olmam kadar ironik bir hayata doğacaksın. 

Sana kendimi anlatmama gerek yok aslında. Aklın başına geldiğinde ne denli 'çatlak' bir halaya sahip olduğunu kendin yaşayıp göreceksin zaten.

Bu ara senin kokuna ihtiyacım var. Görmediğim yüzünü de özlüyorum. Başını kokladığımda sırtıma yüklediğim ağırlıkları biraz olsun yere bırakabilmek istiyorum. Küçücük avuçlarına parmağımı yerleştirdiğimde, heyecanla bekleyeceğim sık diye. Böyle küçük bir beklentinin içinde kaybetmek istiyorum kendimi. Yanlış anlama. Kızma. Pamuksun, cansın, yeğensin, ilksin ya bana...kardeşimin parçasısın ya...gamzelerinde gül açan arkadaşım mamanın biriciğisin ya, ondan bu sevinçler. 

Dünya bir yana, nasıl bir aileye geleceğini bilmiyorsun tabii sen şimdi. Görünce şok olacaksın. Bir Arslan enişten var, senin büyük enişten oluyor. Yani hertürlü büyük bir enişte zaten o. Çok sigara içiyor laf dinletemiyoruz. Sayesinde bizlerde pasif içiciler olarak nasipleniyoruz. Amma ve lâkin bıyığına ve de göbeğine bakmaksızın güvenebilirsin o'na. Babamdır diye demiyorum; zordur ama sevilmeye değerdir. Büyük hala var bir de. Kendisi benim anam olur. Sarışındır ve bir ilktir. Daha doğrusu sahte sarışınlardan olmasına rağmen kendisine biz kısaca Adalet diyoruz, sarışınlığın tüm özelliklerini taşır. Bazı şeyleri geç anlayabiliyor. Adalet dememiz bu yüzden. Şehnaz Tango diye arattırırsan Google'dan bulabilirsin, neyse bu gereksiz bir ayrıntı. Büyük halan çok gördü çok geçti başından. Küçük bir kadındır ama kocaman bir yüreği vardır. Baban o'nun tavuklu pilavını çok sever. Sen de seversin eminim. Muhtemelen sen doğduğunda elini üzerinde gezdirip Tanrı'nın bütün meleklerine talimat verecektir. Amcan var. Evlendi o bu sene. İyice amca oldu. Ağamdır kendisi paşamdır. Hayatta en değerli varlığımdır. Babanın kardeşidir. Çocukluğumuz birbirimize kenetlenmekle geçmiştir bizim. Top gibi yuvarlayacak seni şevkatinden. Şiirler söyleyecek kulağına. Şakalar yapacak sonra. Dobraca girdiğinde konuya, anlayacaksın sırtın yere gelmeyecek asla. 

Diğer fertleri yaz yaz bitiremem sana. 

İhtiyacım var bu ara sana...

 Halan biraz serseri mayın. Biraz asi ruhlu. Özgürlük delisi. Hata yapma mekanizması. Ama iyidir halan. Ben, benim diye söylemiyorum. Kendimden başka herkesi düşünürüm. Zararımda kendimedir. Gel de seveyim seni. Gel de ağlat beni. Gel de yüreğime sıkışan dikenleri tek tek söküp atsın bakışların. Gel de medet umayım, umutlanayım. Gel ben halalığa çok hazırım.

Sen şimdi bilmiyorsun ama, odalarımız yanyana. Sadece bir duvar var aramızda. Sen sabah gül gamzeli mamanı ağlayışınla uyandırdığında, rüyamdan feragat edip gülümseyeceğim sana. Sesinde huzur bulup devam edeceğim uyumaya. Odalarımız yanyana. Gel de veda edeyim amcanın hayaletine. Sen gel o'nun yerine. verelim kafa kafaya. Atalım şu hayata bir kafa. Şut ve gol olsun... 

Gol olsun!

Gel sana güzel şarkılar öğreteceğim.

Gel saçlarımı çekmeyen kalmadı, sen de çek izin vereceğim.

Seni çok seviyorum oğlan çocuğu.

Goncagül "Hala"




20 Ekim 2011 Perşembe

Düğümler

Küçükken düğüm olmuş bağları çözmeyi çok severdim. Çözemeyen birilerini gördüğümde hemen bana vermesini isterdim. Çok geçmeden çözerdim. Özel bir yetenekmiş gibi bakarlardı bana. Çok zor düğümleri çözebildiğimdendi galiba. Büyüyünce anladım ki, marifet bağları, ipleri, halatları çözmek değilmiş.

Görünmeyen düğümler var ki onları hangi eller çözebilir bilinmez. En önemli düğüm ise boğazda oluşanıdır. Onu çözmeye benim kendi tükürüğüm bile yetmiyor.

Yutkun yutkun bir yere kadar.

Yutkundukca zorlaşıyor çözmek. Çözemiyorsun. Yutkundukca büyük bir düğüm haline geliyor. Ben büyüdükce durumların hiçte öyle olmadığını gördüğümü anlatmaya çalışıyorum size. Mesela girilen en zor sınav okulda girdiğin matematik sınavı falan değilmiş. Orada aldığın sıfır hayatının sonu değilmiş. Kanayan dizinin acısı hiçbir şey değilmiş! 

İyi temenniler bile can yakıyormuş? İyi temenniler bile! 

Çünkü mesele söylenenen değil beklenenmiş. Bunu bazen kendine bile itiraf edemezmişsin ama olaylar acımasızca gelişirmiş.

Neyse ya.

Demiştim sana.

Şarkılar miras kalıyor.

Goncagül "Koyu"

GEREKSİZ NOT: Bu şarkıyı kısık seste dinlerseniz çok ayıp etmiş olursunuz. Bu şarkı sonuna kadar açılası ve bağırtılası bir şarkıdır. Ona göre.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Kız Kalbi

Güneş battı sayılır. Mumumu da yaktım. Hazırım.

Bazen ummadığın ortamlarda ummadığın bir kişi tarafından sessizce baskına uğrayabiliyorsun. Sessizce ama. Sadece bakışarak. Kişi, gözlerinin içine öyle bir dalıyor ki hiç çıkmayacak zannediyorsun. Gözlerini kaçırarak onu bu zevkten mahrum etmekte buluyorsun çareyi. Hani bıraksan, devam edecek çünkü gözleriyle birşeyler anlatmaya. Azarlamaya biraz. Soru sormaya. Merak etmeye. Ve sonunda seni çok sevdiğini söylemeye.

Bu sabah erkenden annemin mesajı ile uyandım. "Günahkârlara imrenmektense, sürekli RAB korkusunda yaşa. Böylece bir geleceğin olur ve umudun boşa çıkmaz. ~Özdeyisler 23:17". Tabii sabah sabah gözlerimin önünde hâlâ beyaz bir perdenin olması ve perdenin arkasında hâlâ -hatırlamaya çalıştığım- rüyalarımın dönmesi, ayeti anlamakta biraz zorladı beni. Hoş, hemen anlamaya çalışmadım. Sadece en son cümle dönüyordu beynimde. Ve umudun boşa çıkmaz. Son günlerde tam olarak bu konu ile ilgilendiğimden, hemen ayetin başını tekrar okumaya başladım. Mecburen terkettim sıcak yatağımı ve mecburen ayılmaya çalıştım. Sendeleye sendeleye bir önceki günün getirdiklerini ve yok ettiklerini düşünmeye başladım. Sonra vazgeçtim bundan. Aklımda sadece akşam keşfettiğim bir şarkı çalıyordu. Ben Sana Ölüyorum...

Soğuk havaya inat üzerime hiçbir şey almadan dışarı attım kendimi. Kış güneşi sinsi sinsi sırıtırken yukardan ben üşümemeye kararlıydım. Kendimi çok kasınca bunu başarabiliyorum ilginçtir. İnsan her başarmak istediğini kendini 'kasınca' başarabilseydi nasıl olurdu kimbilir.
On yaşındaki kuzenimi uyur vaziyette bulurum diye düşündüm. Çoktan uyanmış pijamasıyla dolanıyordu evde. Göz kulak olmak için geldiğim evi kahve ve croissant kokusu sarmıştı. Saat 10'a geliyordu. Lukas, legoları ile meşgul olduğundan yüzüme bile bakmadı. Hayal kentine bir bina daha dikmek istiyordu. Sorun şu ki, arabaları ağır bastığından kendi elleriyle inşa ettiği binasına arabasını çarpıverdi. Yıkıldı legolar. Umurunda bile değildi... Ablası kendince bir karar almış onu açıklıyordu. Kararı almış almasına ama, gözleri onay bekler gibi fıldır fıldır süzdü beni. Bir fincan kahve almak için kalkıp "Olmuyorsa kendine bir saat belirler, o saate kadar kullanırsın. Böylece belki disiplinli olmasını da öğrenirsin" derken kendime şaşırdım. Disiplinden bahsediyordum. On yaşındaki bir kız çocuğuna nutuk çekmek hiç zor değil. Fakat hayatı boyunca pekte disiplinli olamamış bir genç hanım olarak  disiplinden bahsedince, ağzımdan çıkanlara inanamadım. Hal böyleyken nasıl bir kararlılık aşılarım, bilemedim. Zaten fikrimi söyledikten sonra o'nun ne yapıp yapmadığı önemli değildi. Nasıl olsa hayatı boyunca benden bugün duyduğu bu 'disiplin' örneğini hiç unutmayacaktı. Zira heryerde karşına çıkacaktı...

Sıcak kahve içime yayılırken ve kafein uyarıları beynime hucum ederken her yıl tekrar tekrar oynatılan 'Hayat Bilgisi'ni kimlerin bıkmadan izlediğini sordum boş boş. Neredeyse her sahnesini ezberlediğimi farkettim. Sabah olacaktı, Kerem ablası Afet tarafından bağırış çağırış ile uyandırılacaktı, Afet'in elinde bir bardak süt olacaktı, Kerem kızacaktı,...

- Ben İstanbul'a gitmek istiyorum! diyen kuzenin sesiyle uyandım gereksiz sorgulamalarımdan. Yüzüne baktım. Nasıl yani hissetmiş olabilir miydi? Yüzümden çok mu belliydi? Ben susmuş ve öylece bakakalmışken sessizliğimi,
- Çok özledim... diyerek bozdu. Kalbimin ritmi hızlandı. Yok artık... diye düşünürken, 
- Sen istemez misin? dedi. Durdum. Baktım. Gülümsedim. 
- İstemez miyim. Çok isterim. Ben de özledim...

On yaşındaydı. Bir kız çocuğuydu. Çocuktu gözümde. Herzaman olgunluğuna inandığım ama, bu kadar da olmaz dedirten... Daldı gözlerimin içine. Lafımın üstüne laf söylemedi. Neden? Nasıl? Kimi? gibi sorularını sormak yerine gözlerimin içine bakmayı tercih etmişti. Gülümsüyordu. Ayrımadı gözlerini. Ben de gülümsedim. Sessizliğimizi bozan bir bağ vardı aramızda. Bu ne kuzen ilişkisi ne de başka birşeydi. Düpedüz anlaşılıyordum. Hem de hiç anlatmadan. Sorular cevap vermek zorunda olmadan anlatıyordum. Anlıyordu. Sessiz ama çok kıymetli olan bu paylaşımdan dolayı seviniyordu küçük bedenindeki koca yüreği. Kalbinin pır pır edişini duyar gibiydim. Küçük kuzenim, en değerli 'genç bir kız olma' yollarını -maalesef- Justin Bieber'e tapılan bir dönemde yürümekteydi. Yaşıtlarımın bile beni rahatsız edici desteğine tamamen sırtımı dönmüşken küçük bir kızın içime akışını izledim bir kaç dakika.
Yerinden fırlayıp, "Dur sana şarkı açayım! Açayım mı?" diye sordu. "Aç tabii. Takıl kafana göre" dedim. 

Başından sonuna kadar dinlemeye korktuğum, hatta başını bile doğru düzgün dinlemediğim bir parça çalmaya başladı. Kuzen yüzünde bir beklentiyle baktı yüzüme. Hınzırca güldü. Hâlâ ta derinlerimde sakladığım bir gerçeği sadece o'nun bilip bilemeyeceği endişesiyle düşünürken aslında gayet saçmaladığımı farkettim. 





- Ben bu şarkıyı hiç başından sonuna kadar dinlemedim, dedim.

Değmesin ellerimiz...

Şarkının sözlerinde boğulurken her bir cümlenin yüzüme fiske indirişine ses çıkarmadım. Kuzen, Fatma'ya eşlik ederken ben inen fiskeleri iyileştirmeye çalıştım.

İşte birkez daha durup karşında/Belki de son defa soruyorum sana/Bitti mi hikâyemiz?/Bu ne biçim son böyle?/Değmez miydi sevgimiz savaşıp direnmeye?...

Bitmesin hikâyemiz...

dedi Fatma.

Bittim o an da.

Bazı şarkıları hissediyorsun. Dinlersen ölürsün. Fena döver çünkü, baş edemezsin. Kuzen beni kendi elleriyle sürgüne ittiğini farkediyormuydu bilmiyorum ama, paha biçilmez bir yirmi dakika geçirdiğimi söyleyebilirim. Hem de beni hiç anlamayacağını düşündüğüm on yaşındaki bir kız çocuğu tarafından.

Teşekkür ediyorum sana. Okursun belki birgün gerçek bir genç hanım olduğunda...

Goncagül "Abla"


10 Ekim 2011 Pazartesi

Ah be...Signomi!

Sabahın erken saatlerinde yüzüme vuran güneşin kızılı ile uyandim. Gözlerimi hemen açmadım. O turuncunun içinde, aynı dakikalarda sevgililerinin yanında uyanabilme şansına sahip olan insanları düşündüm. Hiç uyumadan sabahlamış olanları düşünüdüm. Zihnimde bir şarkı çaliyordu. Şarkının sadece nakarat bölümü bozuk plak gibi tekrarlanıyordu hayalimde. "Dokun bana, dokun bana, dokun biraz daha geçsin kokun bana..". 

Sessizliğimi bozan bu sözler hiç bir anlam ifade etmiyordu aslında. Geçmişten kalan bir anının uzaktan sinsice sırıtışıydı sadece. Hiç istemediğim halde açtım gözlerimi. Zoraki yaptığım birçok şey gibi. Heryanım uyuşmuş, hareket etmekte zorlandım. Pencere sabaha kadar açık kaldığından olsa gerekti... Dışarıdan bir ambulans sesi duyuluyor. Beyaz perdem bir ileri bir geri süzülürken gece beni korkutup uyandıran kâbusumu hatırlamaya çalıştım. İnsan gece gördüğü kâbusu hatırlamaz mı? Ben sabah olunca hatırlamıyorum. Belki de bu melekler tarafından hediye edilmiş bir armağandır. Nedense bu sabah canım yoğurt çekti. Ben yoğurt sevmem aslında... Canım bembeyaz sade yoğurt yemek istiyor. Ben uyanır uyanmaz acıkmam ama? açlıktan değildi zaten. Yemek istiyorum sadece. Hiç yapmadığım şeyleri yapmak istiyorum bugün. Buz gibi yoğurt işte. Anlamsız, süzme yoğurt. Belki içine mısır gevreği ilave edip karıştırırım. Öyle de yiyebilirim.. yapabilirim.

Aklım karışık değil bu sabah. Aksine bomboş. Kurtlarından arınmış, anlamını yitirmiş gibi biraz da. Hiçbir şeyi düşünmüyorum. Kendimi bile... Hoş, alışıktım buna. Bir kararlılık var üzerimde. Önceden planlamadığım bir kararlılık. Biri gece kulağıma fısıldamış gibi. Nihayet yataktan kalkma gücünü kendimde buluyorum. Gözlerimi ovdum, bir kaç kirpik düştü.. vedalaştık. Aynaya baktım kendimi görürüm diye. Içimde sıkışıp kalmış ruh bana ait değilmiş gibi inkâr ediyordu varlığımı. Gülümsedim. Mutfağa gidip deli gibi yemek istediğim yoğurdu kâseye koymak için buzdolabınının kapısını açtm. Yarısı yenmiş bir elmadan başka birşey yoktu. Üstadın en sevdiğim dizelerinden biri geçti aklımdan. "Şimdi sen elmayı seviyorsun diye, elmanın da seni sevmesi şart mı?".
Elmadan başka yiyecek yoktu. Yoğurt sevmeyenin dolabında yoğurdun ne işi olsundu. Başımı kaşıdım. Zaten dağınık olan saçlarım  azıcık da benden aldı nasibini. Bugün yalnız kalma kaidesiyle her istediğimi yapmak istedim. Kıyafet seçiminde zorlanmadım. Kırmızı elbisemi giyindim. Koltuk altlarıma deodorant sıktım. Artık çayır çimen dışarıda değil odamdaydı.

Dışarısı hiç bu kadar güneşli olmamıştı sanki. Gözlerimi, gökyüzünün muhteşem mavisinden ayıramadım.

Eve geldim. Günümü bitirmiş ve yorgunum. Televizyonu açıp keyfimce zapladım. Evlenmek için can atan seksenlik dedelerden, çocuklar izlesin diye çizilmiş kötü karakterlerden, doksanlı yıllarda çekilmiş 'lanet olası' bir seslendirmesi olan yabancı bir filmden yemek programlarına kadar hepsi aynı ve sıradandı. Mutfağa gidip dolapta yarım kalan elmayı yatağımın altına koydum. Aylardır evden defolmasını beklediğım fare, benim mekanımı kendine yurt edinmişti. Artık seviyordum. O ölmesin. Gitmesin. Bari o gitmesin.

Soyundum.

Bir Hüsnü Şenlendirici parçası seçtim. En sevdiğim olanını. Dinlerken içimdeki huzuru anlamaya çalıştım. Belli ki beraber uyandığım bu kararlılık hafifletmişti beni. Neden daha önce yapmadım ki diye iç geçirdim. Hüsnü klarnetini ağlatırken yalnızlığıma bir şişe açıp,  kadeh dolusu rakıyı indirdim mideme. Sendeleyene kadar devam ettim. Seviyorum bir süre sonra titreyen yanaklarımı. Karıncalanan kanımı...

Bugün hayatı; bir çocuğun özgürce seçip boyadığı renklerden oluşan bir resim tadında yaşadım. Dolu dolu. Konuşturdum hayalgücümü. Siyahlıkları, grilikleri, kötülükleri görmediğim bir dünyanın gökkuşağında nefes alıp verdim. Son kez. Sadece görmek istediklerimi ve gerçek saydıklarımı izledim. 

Akşam güneşinin usul usul batışını izlerken Signomi çalıyordu hâlâ. Tekrar tekrar ağlıyordu Signomi. Signomi dinlerken bir kaç hayalimi gerçekleştiremediğim için kendime kızdım. Lâkin artık vakit yoktu. Yaşamam gerekenleri yaşamış, söylemem gerekenleri söylemiş, içimde en ufak bir şüphe barındırmıyordum. Signomu haykırsın dursun şimdi evimin dört bir köşesinde, dünya umurumda değil! Ne mahremim kaldı, ne halka açık biryerim. Ne içinden çıkamadığım sorunlarım  ne de sevdiklerime karşı özlemim. Sevdiklerim mi? Içelim Signomi... Çok aşığım Signomi. 
Kalmadı şimdi hiç biri. Ne vardı ki zaten? Benim olduğunu sandığım her öykünün altında başka birilerinin imzası yokmuydu nasıl olsa? içtiğim sigaranın bile izmariti sonunda yerdeki betonun olmuyormuydu. Neyim vardı. Dolaptaki elbisem mi, ailem mi, sevdiğimle paylaştığım şarkılarım mı... Sevdiğim mi kaldı.

Yanarım yanarım yine o mavi kemanı elime alamayışıma yanarım.

Ah Signomi. En nihayetinde, hayatımda ilk defa bu kadar kararlıyım! Ben ölüyorum. Yaşasanda yaşamasanda öleceksin demişti bir arkadaşım. Ben ölüyorum. Yaşamasını beceremedim gönlümce. Gözlerimi açar açmaz aldığım bu kararı şimdi uyguluyorum. Acı çekmek ya da çekmemek önemli değil şu an. Nasıl olacaksa olacak. Ama olacak Signomi.  Yapabileceğim en iyi, en doğru, en olmasiı gerekeni yapacağım. Benim olan kimse yok. Benim olan hiç bir şey yok. Arkamdan ağlayanım bile. 

Kanım yerde, akıyor... görüyor ama hissetmiyorum. Ruhum çekiliyor. Mutluyum sanki...

Ölüyorum Signomi...

Gözlerim kararıyor.



Ne güzel adın var Signomi... Seni görmek istiyorum...

Beni uğurla...

Goncagül "Korkusuz korkak"