Adımlarıma Işık

30 Kasım 2012 Cuma

Kısa Kısa

29/11/2012


Kitaplarını nefes almadan okuduğum ve bu yüzden kendime inanamadığım; Filminin her bölümünü sinema salonlarında kendimden geçerek izlediğim Twilight'ın en son bölümünü de aşkımı ikna ederek onunla izledim. Ne iyi ettim... Canım kocacığım gönlüm olsun diye benimle geldiği sinema salonunda kıkır kıkır hikâyenin saçmalığına gülerken ben yüzüne bakmaya bile utandım. Ki, kendisi gayet iyi niyetiyle sadece efektlerin ve sahnelerin basitliğinden bahsederek genel olarak filmle ilgili olumsuz eleştirilerde bulunmadı. Bir bölüm bu kadar mı kötü olur, bir filmin en son bölümü bu kadar mı hayal kırıklığına uğratır! En iyi ve en heyecanlı bölüm olması gerekirken filmin cansızlığı ve duygusuzluğu beni öyle böyle değil candan yaraladı; canevimden vurdu. Romanlar film yapıldığında hafiften bir kıskançlık bir kıvranma olur içimde nedense. Kitabı okurken zihnimde canlandırdığım karakterleri oyunculardan kıskanma gibi garip bir huyum vardır. Sanki onları ilk ben keşfetmişim ve birebir zaman geçirmişim gibi tuhaf bir duygudur bu. Fakat Twilight farklıydı ne yalan söyleyeyim; ta ki son bölümü izleyene kadar! 

Kınadım. Kınıyorum. Kınayacağım. 






** 

Çok eskiden Facebookta "Büyüyünce Çağan Irmak Olacağım" diye bir grup açmışlardı. Çok isabetti zira bir Çağan Irmak olmak duyguları, olayları, durumları, aileleri,...kısacası hayatı o kadar yalın ve bir o kadar güzel anlatabilmek demekti! Hayran kalmamak imkânsız. Şimdiye dek yazıp yönettiği birçok filmi çok sevmeme rağmen Prensesin Uykusu benim için tektir. Nedenini anlatmak güç. Belki de bir nedeni olmadığı içindir... Sadece hissettirdiklerinin farklı oluşunu sevmemden kaynaklanıyordur. Bilemiyorum. Velhasıl konu bu değil. Konu Dedemin İnsanları. Aşkım İstanbul'a 156897542167.i seyahatimde bir keyif harikası olan Türk Hava Yolları yine yaptı yapacağını. Bazı hosteslerinden pek haz etmesemde gerek uçağın konforu, gerek aşcısı ve muazzam menüsü gerekse Tadım fındığına tek kelimeyle deliyim. Ama gerçekten deliyim. Sen hiç uçakta otururken zevkten dört köşe olmuş yalnız başına gülümseyen birini gördün mü? gördüysen o kesin bendim. Neyse konu bu da değil. Bu anektodumda özellikle altını çizmek istediğim konu Dedemin İnsanları fılmidir. Bir film hastası olarak, izlediğim en güzel yerli filmlerden biriydi diyebilirim rahatlıkla. Bu kadar geç kalmış olmayı da kendime yakıştıramadım ayrıca. İzledikten sonra hüzünü ve mutluluğu bir arada hissettiren nadir filmlerden. Çetin Tekindor'un oyunculuğu hakkında ise yorum yapmak anlamsız olur. İzlemediysen hemen izle!

**


Bence dünyanın en zeki ve en komik adamlarından biri olan Cem Yılmaz'ın yeni stand up gösterisi tamammış. İzlemek için sabırsızlanıyorum!

**

Bazı insanlara şaşırmaya devam ediyorum. Sanırım son nefesime kadar şaşırmaya devam edeceğim çünkü dünyanın iyi bir yöne doğru gittiğine inanan pıtırcıklardan değilim. Gerçeği bilmeseydim ve gerçek beni özgür kılmasaydı belki ben de bu yalana kendimi inandırıp daha rahat bir yaşam sürebilirdim. Lâkin herşey bu kadar tozpembe değil. Ve şuna eminim ki; birçok insan bu kadar korkak olmasaydı bu yalana inananların da sayısı bu kadar fazla olmazdı. Belki de ihtiyacımız olan şey biraz daha cesarettir ha ne dersin? Belki de biraz daha korkusuz olabilmeli ve üstüne yürümeli bize kalleşce sunulan yalanların? Belki ille de gönül rahatlığını değil de, gerçekten yeni nesilleri düşünmeli. Ve bize yapıldığı gibi koca bir yalan yerine onlara gerçeği öğretmeli. Hiç bitmeyecek bu. Hep şaşıracağım. Sevginin kaynağı bencillikse senin dünyanda, ben o dünyada yaşamak istemiyorum.

Daha biriktirdiğim, anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki...
Bazen en iyisi onları bir albüme sokup saklamak sanırım.
Sadece kendine.

Sadece Sevdiğime.

Canım aşkım, hayatımı renklendirmeye devam et!


Goncagül "Sözlük"

18 Kasım 2012 Pazar

Yokluğun Zenginliği

Öyle zamanlar vardır ki anlatmak istesen de anlatamazsın. Çoğu zamanda yüreğinin en kuytu derinliklerinde hapsedersin o anıları. İhtiyacın olduğunda ortaya çıkarıp tekrar umut soluyabilmek için. Umut kokan eller vardır. O eller elma soyar, battaniye örter, sıcak çorba kaynatır, en sevdiğin tv programını açar, sana döşek hazırlayıp vücudunun hiçbir yerinin üşümemesi için sarar sarmalar. Öyle sözler çıkar ki ağızlarından, kırk yıl düşünsen aklına gelmez, yıllarca yaşasan bir günde anlatılanı anlamazsın. Ve öyle hikâyeleri vardır ki, yakınsan utanırsın. O hikâyelerden kendine gelecek hazırlarsın. Tenceren de umuttur kaşığında. Evinin her duvarında o hikâyenin izi asılıdır tablo misali. İster istemez o umut kokan diyarda alırsın soluğu en zor zamanlarında. Öyle çok şeyler anlatmalarına da gerek yoktur aslında; sadece yanında oturayım, yine bana elma soysun, yine gözümün içine baksın, yine o emsalsiz sevgilerini kalbimde hissedeyim istersin. Ama onlar leb demeden anlarlar ağzında gevelediğin leblebiyi. Hazine kutularından ihtiyacın olan mücevheri çıkarır, sanki bu zamanlar için saklıyormuşcasına sererler önüne. Sorgusuz sualsiz. Karşılık beklemeden. Vermek için. Sadece vermek...

Kolay bir çocukluk geçirmediğim günlerde bir umut evim vardı benimde. Küçük ve bahçeli. Karıncalarıyla adeta dost olduğum günlerdi. Dakikalarca tek bir karıncaya odaklanıp "şimdi nereye gidiyor..." diye gözlemlediğim ve kendimi -garip ama- onun yerine koymaya çalıştığım bol çocuk kokulu günlerdi. Evet bol çocuk kokuluydu fakat nedense doğuştan gelen bir içgüdüyle bu kokuyu saklamak zorunda olduğumu sandığım günlerdi. En güzeli ise, bu duvarlarından Orhan Gencebay sesleri duyulan, mutfağı mis gibi çörek kokan, göğsü mis gibi umut kokan sığınak evim vardı; özgürce çocuk olabileceğimi hatırladığım. Dedemin kalın kaşlarının altında şefkat vardı görrmesini bilene. Yayam (anneannem) ayaklı neşe, sevgi, cankurtaran, ümit, ve daha bunun gibi benzeri kelimelerle özetleyebileceğim bir kadın. Bugün kazık kadar bir kız, hatta evli bir kadın olmama rağmen soluğu cankurtaranımın yanında alıyorum. Ben gitmesemde o geliyor. Ben söylemesemde o anlıyor. Ben hayatın karmaşasında kendimi bile unuturken o beni unutmuyor. Ufak tefek vefasızlıklarımın hesabını yapmıyor. En zor zamanlarımda yine o hazine kutusunu çıkarıyorlar ortaya. İçinden ihtiyacım olan mücevheri seçiyorlar. 

Kâh kulağıma küpe yapıyorum, kâh bileğime bilezik.

Tanrı o umut ışığının sönmesine azla izin vermiyor.

İyi ki varlar...

İyi ki uzun yıllar yanımda olacaklar...

Yerlerini hiçbir koku, hiçbir ses, hiçbir yürek dolduramaz.


Goncagül "Torun"

7 Kasım 2012 Çarşamba

Kale Gibi!

Nasıl yoğunum!

Nasıl koşturuyorum inanamazsınız.

Bir kasabadayım bir aydır. Daha doğrusu bir kasabadayız. İlk kitabımı burada yazmaya başladım. Çok heyecanlıyım, ama buranın havası suyu tavuğu domatesi ömre bedel. İlham üstüne ilham yağıyor durduramıyorum kendimi. Tabii bu arada sevgilim beni yalnız bırakmadı. O da bu küçük kasabanın küçücük şirin evinde benimle beraber. Muhteşem fikirleriyle bana arada sırada destek oluyor. Derin hayalgücü kurguma kurgu katıyor, kitap cümle devrimi geçiriyor; o biçim yani.

Sabah erkenden horoz sesiyle uyanıyoruz! Güneş odamıza doğuyor ama siz öyle güneş var dediğime bakmayın. Burası gerçekten buz gibi! Mis gibi orman havasını içimize çektikten sonra çiftçilerin bizim için ayırdığı taze süt, yumurta, sıcacık ekmekler ve bal ile kahvaltı ediyoruz. Düğün tarihimizi de aldık bu arada. Gelinliğim de hazır. Tam istediğim gibi oldu! Birşeylerin rayına oturmuş olması içimizi çok rahatlattı. Kitabıma daha iyi yoğunlaşabiliyorum. Yaşadğım şehirden biraz uzak kalmak ve birnevi içim rahat bir şekilde sevgilimle hayal alemine dalmak çok iyi geldi...

Demeyi çok isterdim!!!

Ama dersem; hayalgücünün, atmasyonunun, geniş bakış açının allah cızırtısını versin deyip beni döverler. Tenhada sıkıştırıp bi güzel benzetir kuytularda cesedimi sererler.

Koşturduğum yok. Kitap mitap hak getire. Hele kasabaymış, kulubemsi güzel şirin mi  şirin evcikmiş, hepsi hikâye.
Henüz gelinliğim falan da hazır değil! 
Özlemler, kavuşup kavuşup beklemek zorunda olmalar içimizi cız bız yapıyor, bir süre kendimize gelemiyoruz hatta kendimize hiç gelemiyoruz. Kendimizde değiliz. 
Yalnız yoğun olduğum koca bir gerçek. Zihnim yoğunluktan patlayacak. Öyle bir durum ki bu anlatmaya çalıştığım; yaşamayan kesinlikle anlamayacaktır. Uyuyorsun. Daha doğrusu uyuduğunu zannediyorsun fakat beynin hep uyanık ve hep düşünmekte. Dolayısıyla ne zihnin uyuyor ne de bedenin dinlenebiliyor. Saat başı gözlerin açılıyor. Bir sağa bir sola dönerken bir düşünce bitip diğer düşüncenin ardı arkası kesilmiyor!

Durumlar böyle. Kötü değil. İyi. Ama yorucu...Bazen hiçbirşey yamamak daha doğrusu süreç nedeniyle yapamamak insanı oldukça yorabiliyormuş bunu anladım. İçimde herzaman bir Amélie Poulain taşıdığımı biliyordum, ama birgün içimde bir adet aşk-ı memnu Matmazeli, Kuzey Güney Kuzeyi, Muhteşem Yüzyıl Hürremi ve hatta Leyla ile Mecnun İskender'i taşımak zorunda olacağımı bilmiyordum.

Hayat işte. Dişini sımsıkı tutup sabretmeyi ve kale gibi sağlam olmayı öğretiyor! : )

Hepinizi çok seviyorum!

Goncagül "Latifeteyze"