Adımlarıma Işık

20 Şubat 2021 Cumartesi

Kendimi duyduğum bir andan nağmeler...

https://youtu.be/NikU81CfZYc


Minicik sevilmek takdir görmek için değil mi onca takla...

Değil gibi davranıyorlar...
Hiç ihtiyaç yok gibi
Sevgiye, şefkate...
Veriyor veriştiriyor alabildiğine...
Giydiriyor ona buna...
Darmış bolmuş umrunda değil.
Konuşacak, mecbur.
Yoksa nasıl örtecek sustuklarını?
Mahkum etmeye mahkum kendileri...
Öyle özgür olduğunu sanmaya devam edecek.
Çare yok, çaresiz her kanat çırpışı çarpacak birilerine.
Öyle mutlu.
Öyle sanıyor...
Halbuki yine yeniden bağlıyor kendi elini ayağını.
Haberi yok.
Belki de var...
Vahim olanı da bu ya...
Belki de var.
Gerçek özgürlüğe.
İçine girdikçe. Özüne döndükçe.
Kendini hatırladıkça.
Biraz nefes aldıkça.
Vermeyi unutmadıkca...
Biraz görmeyi ve duymayı denedikce...
Dinledikce sahiden.
Ama sahiden...
İnsanı seversin görmeyi seçtikce.
Göstermekten vazgeçince...






11 Ocak 2020 Cumartesi

Otuz oldum otuz! Hey gidi...

Birsürü yeni karar ile yepyeni bir yaşa merhaba dedim ama ilk defa kendime yüklenmiyorum. Yüklenmeyeceğim. Yapamadığım her şeyi çok seveceğim zira en azından deneyeceğim. Ruhum hiç olmadığı kadar dingin ve huzurlu. Gereksiz yükleri sırtımdan atıyorum bir bir. Yanlış anlaşılmasın, kendimin yüklediği gereksiz yüklerden bahsediyorum. Dünyayı ve insanlığı yüklenmeye son nefesime kadar devam edeceğim sanırım... bunu değiştiremeyeceğim. Kendime daha çok merhamet gösterdiğim mişsgibi bir yaştayım bugün itibariyle. Dün akşam biraz hüzünlendim yirmilerin son demindeyim diye. Sonra dedim ben ne saçmalıyorum... sağlıkla geçirdiğim upuzun yıllara minnettarım. Otuzları merak ediyorum... hep ettim. Umarım vatana millete hayırlı bir evlat olurum. İnsanlar harbi harbi faydalansınlar benden, ne zararı olur ki ya? Faydalanın. Ben daha mutlu olurum. Yanj bi faydam dokunsun yeter ki... sadece kendime yatırım yapıp bencil yaşarsam ne anlamı olur ki bu dünyadan gelip geçmenin? İçime çok sinen, beni heyecanlandıran, aslında çocukluğumdan beri hep ilgi duyduğum bi proje var kafamda. Eğer sırf benim hevesimden ibaret değilse hayata geçiricem yakın zamanda. En sevdiğim şeydir devirdaim bu hayatta. Verirken alacağım. Yedirirken doyacağım. Amacım, isteğim bu yönde. Hayatıma iyi kötü dokunan, bunu okuyan herkese sarılıyorum. Teşekkürler, büyüyorum sizinle...

20 Eylül 2019 Cuma

Neslican Tay

Bu gece içim yangın yeri. Gözlerim dolu. Akan aiyor, akamayan içimde kalıyor. Kanıyor. Gecenin karanlığı ruhumun karasıyla yarışıyor. Aklım ve kalbim nefes alabilmek için kanatlarını çırpıyor. Zorlanıyorum... yutkunmak ağır bir yük. Hayat ulaşılması zor bir serap gibi. Varla yok arası. Hem gerçek he rüya. Hem istenilen hem de mecburen vazgeçilen...


Bugün en büyük amcamın cenazesi vardı. En büyük amcam, komik, güleryüzlü, babacan ve sevecen bir adamdı. Dedeme benzerdi. Tatlı, huzurlu bir sesi vardı.


Bu gece Neslican gitti. Sanki yakınımı kaybetmiş gibi içim paramparça oldu.


Amcam 80 yasındaydı.
Neslican 21.


Ne çok şey öğrendim senden Neslican. İki sene boyunca. İyileşmeni, tekrar yenmeni ve çok sevdiğin bu hayata vargücünle tutunmanı... ne çok şey öğrendim. Bazı kelimelerden korkmamayı, herşeye rağmen savaşmayı.


Söylenecek söz yok.


Bu gece küçüklüğümden bir yonca yaprağı daha soldu.
Bu gece bir savaşçı yıldız oldu.


Umarım görüzürüz amcam.
Umarım görüşürüz Neslicanım.

20 Ağustos 2019 Salı

Sev çünkü sevmek en kolay



Umursamaz değilim. Sadece değiştirmeye çalışmıyorum artık. Olduğu gibi kabul etmeye çalışıyorum. Oldukları gibi! Belki de öğrendiğim en değerli şeylerden biri, birilerini olduğu gibi kabullenmenin ille de hayatımızda olmaları gerektiği anlamına gelmemesi. Kesin bu cümle daha kısa kurulabilir ama aklımın odalarını sel bastı yine.
Bu inanılmaz bir hafiflik, tavsiye ederim. Benim için orta yolları bulmak hep zor olmuştur. Bir şeyin ya ak ya da kara olduğuna inanmak çok yorucudur. Ve de saçmadır esasen… Yani buna belki de tam anlamıyla üç-dört yıldır inanmışımdır. Hayat iki kesin uçtan ibaret değildir çünkü. Dallıdır, budaklıdır.
Birilerinden sevdiğin halde vazgeçmek durumunu zihnim anlamazdı; gerçi hep sevgililik için söylenir genelde ama başka ailevi ya da arkadaş ilişkilerini düşündüğümde ne kadar da doğru geldi. Bir arkadaşımı aslında seviyor olmam, hayatımda olmasını da sevdiğim anlamına gelmiyor bazen. Gelemiyor yani. Kulağa saçma gibi gelse de  şöyle ifade etmeye çalışayım; bir kişinin insanlığı sevilebilir bence. En azından daha önce kurulabilmiş bağlar sevilebilir. Daha önce yaşanılmış güzel anılar sevilmeye devam edilebilir. Belki de bugün canın yandığı için onların kıymetsiz olduğunu düşünebiliriz ya da “samimi değilmiş nesini seveyim ki” de diyebiliriz; da bence dememeliyiz. Yani dememek daha sağlıklı kendi adıma. Bu düşünce yüreğimi özgürleştiriyor. Hiçbir ağırlığı taşımıyorum. Aklım hiçbir olumsuzluğu düşünmek zorunda kalmıyor. Geceleri uykum kaçmıyor. Keşkelerle ruhumu sıkmıyorum. Kendime kızmıyorum. Kendimi de seviyorum onu da sevmeye devam etmeyi seçiyorum. Birçok şeyde olduğu gibi, bunun da bir seçim olduğunu düşünüyorum.
Tüm bunların zayıflıkmış gibi gözükme ihtimali olsa da, umursamazlık hakkımı burda kullanıyorum.

Zayıf görün. Olsun?
Yaşadıklarından pişmanlık duyup kendi kendine kızacağına,
Bedenine ve ruhuna eziyet edip olumsuzluklarla boğuşacağına sal gitsin!
Ama severek sal gitsin.
Eyvallah de yani.
Herşeye.
Sana, yaşadığına ve ona.
Onlara.
Eyvallah de.
Kalbininin özgürlüğünü ucuza satma!
Bunu severek yap.
Bu mümkün ve bu çok hafifletici.

Artık hayatında istemediğin ya da ilişkisel olarak sana bir katkısı yerine zararı olacağını düşündüğün birilerinin artık olmaması kötü değilmiş.

26 Nisan 2019 Cuma

Korku

Korkuyordu. Daha önceki korkulara benzemiyordu. Bu korku içinde çokça çaresizlik de barındırıyordu. Oysa hava aksine oldukça güzeldi. Mutlu ve özgür olma havasıydı.
Bir cuma günü gibi maviydi ve ne tesadüf günlerden de cumaydı. 
Yumurtalı ekmek, mis gibi demli çay, sıcacık bir el yakışırdı bu güneşli güne. Kuş sesleri huzurlu günü taçlandırırken yürek, bir türlü sakinleşemiyordu.

Kız zaten hep böyle yapardı. Her günün bir rengi, her kokunun bir hayali ve her hayalin tutunacak bir dalı vardı. Belki de yıllarca kendini böyle kandırmıştı. Değişmez gerçekliğin üzerini kendi isteyip özenle seçtiği ipek örtülerle kapatır, görmek istediğini görürdü.
Sahi bu kötü müydü? Herkesin gerçeğini reddedip kendi gerçeğini yaratmak, buna ölümüne inanmak, bundan haz almak ve bu şekilde yaşamak? Bu bildiğin oksijen maskesiydi. O olmasaydı bu kirli havayı solumak zorunda kalırdı ve kimbilir ciğerlerine dolan bu karanlıklar onu nasıl da alaşağı ederdi…

Alaşağı olmak.

Kız büyüdükçe alaşağı olmayı yeğlemeye başladı. Yeter ki görüp duyduğu, dokunabildiği gerçeklik gerçekten gerçek olsun. İpek örtüleri çoktan rafa kaldırıp nefes almak zorlaşsa da gördüklerine inanması gerekiyordu.

Burnum da kanasın. Dizlerim de çürüsün. Ellerim de nasır tutsun. Ben emek veririm. Ben zor olsa da, hayatta kalabilirim! yeter ki herşey herkes maskesiz olsun. Razıyım, diye düşünüyordu.
Öyle böyle bir alaşağı olmak değil, yeri geldi süründü.
 Böyle havalarda rafa kaldırdığı ipek örtülerden biri tenine dokunup geçince yine cezbetti.  Ama bu ayartıcı davetkar hayallerin gerçek dışı olduğunu düşündükçe acı çekmeyi tercih etti.
Bu acılardı onu kendine tanıtan. Zor olsa da büyüten...

Zamanında üşenmeden uydurmaya çalıştığı her kılıfı kullanamamak başlarda afallatsa da, yalnızlık pahasına yüzleşmesi gerekiyordu içine sıkıştırdığı zavallı ruhuyla.
Yüzleşmek zordur yıllarca içinde yanlış terbiye ettiğin minik kız çocuğuyla.

Hayat zordu ve bir an önce orayı terketmek için bir sırt çantasına ihtiyacı yoktu. Yumurtalı ekmek, demli çay ve sıcak bir el kaçmak için yeterliydi. Fakat zarzor yüzleştiği benliğine bunu tekrar yapamazdı.
Kalıp savaşacaktı.
Korkusuna rağmen.
Aradığı yumurtalı ekmek, demli çay ve sıcak el üçlüsünün yerini Baba, Oğul ve Kutsal Ruh almalıydı.

18 Ocak 2019 Cuma

Boncuktan kuş


Otuza bir kala bir doğum günü yazısı yazayım dedim geçen Cuma. 11 ocakta. Çok uzun zamandır yazı yazamamaktan muzdarip olan ben şakır şakır içimi dışımı yazmaya başlamıştım ki, bilgisayar kitlendi ve yirmidokuzuncu yaşımın ilk cilvesi beni benden aldı.

Onca yazdığım birden bire kayboldu.
Uzun bir süre robot misali kalakaldım kışın ortasında yine. Ama ne yapacaksın elden birşey gelmedi ben de tekrar yazamadım. Büyük ihtimalle bu yazıyı da bitiremeyebilirim.
Aylardır olduğu gibi ya yarısında tıkanacağım, ya da söylemek istediklerimi söyleyemediğimi düşünüp toptan sileceğim. Derken bilgisayarım yine kitlendi.
Sanki hastalığa tutulmuşum gibi açıkladığımın farkındayım, ama uzun yıllar boyunca herşeyini ve herşeyi fırsat buldukça heryere yazan kişiler benim  durumumu anlarlar. 

Kendimle konuşmaktan vazgeçmiyorum tabi. Vazgeçmediğime göre yazamıyor olmak çok saçma geliyor bazen, ama yavaş yavaş kendi içimde filtreler mi yaratıyorum da birtürlü düşüncelerimi ve hislerimi kelimelere dökemiyorum, bilmiyorum.
Gerçek sebebin ne olduğunu aylardır düşünüyorum. Bulamıyorum. İçimde anlatmak istediğim birsuru düşünceyle oturuyorum ekran karşısına. Bir iki paragraf yazdım yazdım, gerisi gelmiyor. Bazen o bile olmuyor.
Bu konuda yardımcı olacak birisi varsa buyursun. Çıldırıyorum.



Her neyse konuya dönmeye çalışacak olursam, geçtiğimiz Cuma yirmidokuz yaşına girdim. Ve o günden beri şoktayım. Yirmidokuz derken bile bi garip oluyorum. En son yirmibeş yaşına girince böyle olmuştum sanırım ama bu daha beter.
Yani ne gençsin ne de yaşlı. Arada kalmış gibi, garip bir şey. Güzel aynı zamanda. Bir tane çizgi var alnımda. Kaşlarımı yukarı kaldırdığımda belirdiği için yer etmiş orda. Kaz ayaklarım da var. Bazen şikayet ediyorum. Çoğu zaman seviyorum.

Yeni bi akım var ya şimdi, millet on yıl öncekiyle şimdiki fotoğrafını paylaşıp değişip değişmediğini gösteriyor falan filan. Onu geç hele ! Sen içinden haber ver. İçten değiştin mi, kaldın mı. kafada neler oldu neler bitti. Ruhun on yılda ne derece yıprandı. Önceliklerin mesela, değiştiler mi?
Daha iyi misin yoksa bıktın mı. Bunlardan haber ver…

 Kendime de soruyorum tabi bu soruları. Zira on yılda yüzümün ne kadar çizgi kazandığıyla pek ilgilenmiyorum. Ya da ne kadar kilo alıp ne kadarını verdiğimle. İçime dönüp bakıyorum ki son bir iki yıldır işin içinden çıkamıyorum zaten. Ruhum hayatımın bazı noktalarında doksanlarda kaldı. Bazılarında ikibinler, milenyum, derken günümüze dönünce hayatın neresinde olduğumu bulmaya çalışıyorum. 
Hayatımla, hayatın neredesindeyim? Biryerinde küçük bir nokta halinde olduğum kesin de geçen yıllar içerisinde olduğum noktadan memnun muyum… ?



Memnunum sevgili kendim.

En azından bunu öğrendiğimi söyleyebilirim; memnun olmayı yani. Hayatımın envanterini yapa yapa bi hal oldum zaten. Ya da onyedinci yaşıma ayar çeke çeke… 
Ondokuzuncu yaşıma keşke diye diye… 
Yirmidorde, o öyle değildi bak böyleydi diye göstere göstere.

Yapmıyorum artık.

Yapmayacağım arkadaş.

Oldu bi kere ne yapayım yani?

Sağlam mıyım ? sağlıklı mıyım ? ders aldım mı? işte o kadar.


Önüme bakıyorum yani artık. Artık… nihayet!
 Yirmidokuz yaşına kadar beklemem gerekiyormuş bunun için.
Ha kafayı tamamen düzeltebildim mi, tabi ki hayır. İçimin yaraları tamamen iyileşti mi, kısmen. İzi var birçoğunun ama onlara dokunmasını öğrendim. Sahiplenmesini. Aynada gördüğümde gözlerimi kaçırmamayı…

Bi kere herşeyden önce annelik buna izin vermiyor. Bence yani. Kendi yarana odaklanmana ve ha bire geçmişe dönüp onu öyle değil de böyle yapsaydık keşke demene. Kendine haksızlık yapmana izin vermiyor. Tuhaf bir, nerden geldiği belli olmayan bir güç geliyor. Daha sağlam oluyorsun bir şeylere karşı. Hayata ve insanlara. Tüm kötülüklere ve kırgınlıklara karşı daha dik durabiliyorsun misal. Asıl mesele bunları yaparken hâlâ yumuşak ve alçakgönüllü kalabilmekte galiba. Yani anayım ben ana!!!! modunda olmadım, olmam da hiçbir zaman. Ama en azından öyle diyenlerin neden o moda girdiklerini anlayabiliyorum artık. Ipin ucu çok kolay kaçabilecek durumda çünkü. Kaçmamasını öneririm zira o kadar da spesyal varlıklar değiliz yani. Tanrı lütfetti ve bir emanet verdi. Layıkıyla büyüt, eğit, vatana millete en çok da kendine hayırlı bi insan olsun yeter. Çok da şaapma yani.


Böyle işte. Hayatımı ve düşüncelerimi kaydetmeyi baya özledim. Biraz karışık oldu ve iki farklı tarihlerde devam edildi, ama bu sefer yazımı nispeten toparlayabilmenin sevincini yaşıyorum.


Kısaca çok sevgili yirmidokuzumu özetlemem gerekirse;

Çok daha çocuklaştım.

Birazcık kırıştım.

Milyaaaaarlarca tecrübe daha edindim ve bu sayede sertleşen yerlerimi yumuşatabilmeyi öğreniyorum.

Daha çok sevmek istiyorum.

Ama önemlisi bu yıl daha çok üretmek istiyorum. Daha çok varolmak.

Hadi inş.



Goncagül “29”

24 Ekim 2018 Çarşamba

Sağduyu çok derin baktı

Aslında bu yazıdan önce bambaşka şeyler karalamıştım, onu paylaşacaktım. Üstünden haftalar geçti, paylaşamadım. 

Sevdiğin birisine yardımcı olamama duygusu mu daha kötü yoksa acaba benden nasıl yardımcı olmamı bekliyor sorusu mu, karar veremiyorum. Sadece birkaç saattir içim içimi yiyor. Son zamanlarda fazlasıyla kendime dönük yaşamamdan sebep burnumun ucunu göremedim. Hep göreceğim sandım oysa ki. Hele ki bu kişi son derece değer verdiğim birisi olunca kendime çok kızdım. Çünkü sessizliğini daha yeni farkettim. Aslında emin de değilim biliyor musun? Bana mı öyle geldi acaba onu da bilmiyorum, ama genzine yumru oturdu, farkedilmeyecek gibi değildi. İşin özü kendime kızmaya devam ediyorum ve o dakikadan beri neyi nasıl yapacağımı, baklayı nasıl çıkarttıracağımı düşünür oldum. Zira bi yaştan sonra baklalar kolay çıkmıyor. Arandan su sızmayan insanlar senin yüzünden yalnızlaşabiliyor. Özeleştirime devam ettikçe içim daha da çok daralıyor... Ama yaptım. Ben bunu hakettim. Az bile...

Sonra 17 yaşıma dönüyorum. Yanımda olması için can attığım ablalarım bana kulak kabartmadılar diye çok içerlerdim. Değiştiler derdim. Hep benden bekliyorlar derdim. Çünkü isterdim ki bir el omzumda parketsin, içten bir pırıltıyla bana nasıl olduğumu sordun ve ben onun yüzdeyüz samimi olduğunu görünce kendime bile itiraf edemediğim feryatlarımı veryansın edeyim. Anlatınca rahatlayayım, ablalar öğüt versin, yerinde olsun. Ağlayacak kucak olsun. Olmamıştı. Şimdi o abla ben oldum sanırım. Hazmedemiyorum. Hayat hazmettiriyor.

Birşeyin çokça farkında olduğunu düşünsende uyuşmuş bir beyinle buluyorsun kendini. Geçtiğimiz haftalarda aldığım en caymayacağımdan emin olduğum radikal karar, kesinlikle büyük laflar etmemek ve asla ama asla kınamamak... "Nasıl olur, nasıl anlamaz, aklım almıyor..." diye başladığım bütün cümlelerin içinde yaşıyorum başrol olarak inanır mısın. Ve bu kınamaktır evet. Bu kadar da sert. Gerçek bu.

Velhasıl zararın neresinden dönersem kâr mıdır acaba?
Hâlâ o kucağında ağlanası ablayım ben, sonsuza kadar hazır ve nazırım. Seni görüyorum! desem inandırıcı olur mu? 
Geç kaldım mı...
Kalmamış olayım ne olur.