Adımlarıma Işık

23 Aralık 2011 Cuma

Müjde! Bir Kurtarıcı Doğdu

Fakat bu ne kadar hafife alınıyor günümüzde. Hayatın tek gerçeği, tek doğrusu, tek müjdesi olan bu doğumdan o kadar az söz ediliyor ki. Bu muhteşem ve anlamlı günü, dünyasal cicilerle öylesine yıpratıyor ve de yok ediyoruz ki... Hepsi bir yana, Noel gecesi kendini gecelere atıp tepinenler var. Zaten bu monotonluk maratonunda kendi çapımızda koşmaya çalışırken unuttuğumuz bu müjdeyi neden en özel gününde olması gerektiği gibi yaşayamıyoruz? Bir haftadır dikkat ettiğim başka bir durum ise, o özel günü kutlarken insanların birbilerine 'Iyi eğlenceler!' demesidir. Bu kadar sıradanlaşan ve hatta hatırlanmayan bir gün haline gelmesi yıllardır canımı sıkmakta.

Bir kurtarıcı doğdu! Sana, bana, hepimize! Başlangıçtan beri varolan; kendini bizlere kurban etmek için doğup yeryüzünde yaşadı. Kanıyla yıkadı, temizledi günahlarımızı. Bizi çok sevdi. Bize öğretti. Bizi yeniledi. Bizi yalnız bırakmadı. Bizi ruhuyla doldurdu. Bize lütfetti. Bize dünyanın verdiği gibi vermedi. Bize kul değil, 'dostum' dedi. Bizi eşsiz sevgisiyle donattı. Bize sağladı. Bize umut oldu. Bizim hatalarımıza karşılık bugün hâlâ merhamet ediyor ve edecek... Kendi özüne aykırı davranmadı, davranmayacak. Kurtarıcımız Isa, yeryüzünde 'dayanılmaz' olduğunu söylediğimiz acıların fazlasını çekti. Bizi anladı! Bizi anlamak için geldi. Bizim uğrumuza canını feda etti. Bunu O'na borçlu olalım diye yapmadı.

Işık Babası'nın, Tek Tanrı'nın, mükemmel Kurtarıcımızın bizim uğrumuza işkence çekip ölmüş ve tekrar dirilmiş olması ve en iğrenç günahlarımızı bile affetmiş olmasına rağmen, sizin hâlâ -ölümlü ve zayıf- insanları affedemiyor olmanızı nasıl açıklayalım? Neden, kendimiz dahil etten kemikten olduğumuzu hatırlamak istemiyoruz da sürekli suçlayacak birilerini arıyoruz?
Bir Kurtarıcı Doğdu! Bunu kutlayın...

Goncagül "insan"


19 Aralık 2011 Pazartesi

Aşkım Istanbul

Bir kavuşma olacak ki sorma gitsin...

Aralık ayının başından bu yana biriktirdiğim yazılarımı bertaraf eden bu heyecanımı ve sevincimi kelimelere dökmem imkânsız. Bunca yıldır sabırla, bazen yanlışlarla beklenen 'o gün' geldi çattı. Cok yakında, yeniden doğacağım. Yirmi dokuz aralıktan önce ve sonra diye bahsedeceğim hayatımdan. Hiçkimsenin anlamadığı ve anlayamayacağı bu durumu anlayan ve paylaşan tek insanla adamakıllı yaşayacağım. Sonuna kadar, dibine kadar, doya doya! Birdaha hiç bırakmamak üzere tutacağım elinden umudumun. Ne bir başka göz değecek gözbebeklerime, ne de başka bir el dolaşacak saçlarımda. Cünkü başka hiç bir yürek yakışmaz benim bağrıma. Bu hiçkimsenin anlatsamda anlamayacağı şahane durumu, pekiştirmeye gidiyorum. Daha güçlü dönmek için gidiyorum. Bir olmak için gidiyorum. Tamamlanmak için gidiyorum. Aşk'a karışmak için gidiyorum.

Arkama dönüp bakmadan...

Kalbimin götürdüğü yerde mutlu olmaya gidiyorum.


Goncagül "Sabırsız"

2 Aralık 2011 Cuma

Gizem, İrem'e selam söyle...

Bazen o kadar çok kendimizle meşgul oluyoruz ki, bir an için ölümü unutuyoruz sanki. Ölümlü olduğumuzu, bu dünyanın geçici bir düzeni olduğunu, hertürlü tarikatlara dinlere rağmen hiçbir inancın bu gerçeği değiştiremeyeceğini unutuyoruz. Bugün var olurken yarın ne olacağımızı düşünmüyoruz bile. Hiç ölmeyecekmişiz gibi ya da bizim başımıza hiç gelmeyecekmiş gibi. 

Bir saat önce dinlemediğim halde haberler açıktı televizyonda. Dinlemediğim halde kapatasım da yoktu. Ben yine kendi kendime, kendi hayatımla ilgili planlar yapıp duygularımı doya doya yaşarken bir tabut çarptı gözüme. Üzerine kapanmış vaziyette, artık ağlayamayan şaşkın bir kadın vardı. Tabutu severek "Gizem, İrem'e selam söyle. Annen iyi de. Arada beni ziyarete gelin olur mu kızım?" diye fısıldıyordu. Kanım dondu. Ben dondum. Robot kesildim bir anda. Aylar önce sınıfında yaptığı bir konuşmayla beni mest eden İrem, banyo'da gazdan zehirlenip hayatını kaybetmişti. Ben İrem'in ölüm haberini aldığımda "Meleklerin yeri burası değil zaten. Bu kız çok iyi yürekli, gitmesi gerekiyordu" diyebilmiştim sadece. Böyle avutmuştum kendimi. Böyle mâni olmaya çalışmıştım hissedebileceğim olumsuz duygulara. Ben son bir sene içerisinde gerçektende akılın yaşta değil başta olduğunu anladım. Lâkin aslında akıldan ziyade içerden gelen bir olgunluktur insanı erdemli kılan. Vicdandır insanı insan yapan. Akıllı olduğu için başarılı olan ve ün kazanan nicelerinin merhamet yoksunu insanlar olduklarını biliyoruz. Velhasıl, bu 'küçük' demeye dilimin varmadığı kızın ölüm haberi beni çok sarsmıştı. Sınıfta yaptığı konuşmadan çok, haber olduğunda bir muhabirin yönelttiği sorulara gayet mahçup hallerle cevap vermesi ve "mutlu oldum, ama keşke ayakkabımın  delik olduğunu söylemeseydim..." diyen kocaman yüreği beni cezbetmişti. İrem'i dinlerken gördüğüm onurdan başka birşey değildi. Ve o'nun bu alçakgönüllülüğünün altında gördüğüm onur, gayriihtiyari benim başımı dikleştirmişti. Tecrübelerimden mi yoksa hislerimin kuvvetli olmasından mıdır bilmem, kimin samimi kimin samimiyetsiz olduğunu anlarım çoğu zaman. İrem, diğerlerine nazaran çok daha gerçekti. Çok daha sahici. Daha samimi. İnanmıştım ben İrem'in büyüyünce polis olmak istediğine mesela. Çünkü İrem neden polis olmak istediğini biliyordu. İrem ufacık boyuyla gurur meselesi yapmadan, "benim babam eve ekmek getirebilmek için gece gündüz çalışıyor bizim için" diyerek çoğu yetişkini halinden utandırabilecek bir çocuktu. Beni dahil...

Banyo'da sadece İrem yoktu ne yazık ki. Ablası Gizem yanındaydı. Biraz daha oynamak için babalarından izin alıp daha uzun süre kalmışları. Beraber zehirlendiler, ama İrem önce gitmişti. O günden beri hastahane'de yatan Gizem'de dünyamızı terketmiş. O annenin ve o babanın yaşadıkları acıyı düşünebiliyor musunuz.... Bir umut sarıldığınız büyük kızınızda ellerinizden kayıp gidiyor. Tutamıyorsunuz. Çaresizsiniz. İnançlı inanlarsınız. Hayatın fani olduğunu, birgün nasıl olsa herkesin öleceğini biliyorsunuz. Bu bilinç bağlıyor elinizi kolunuzu. Haşa isyan edemiyorsunuz. Kıvranmak yerine, "Arada beni ziyarete gelin olur mu..." diyebiliyorsunuz sadece. Nasıl bir yıkımdır, nasıl bir acıdır ben yeterince anlayamam ama, kendimi elektro şok'a uğramış gibi hissettim. İrem'in annesinin o sözleri beni yine kendime getirdi. Bazen kıymet bilmez, bolluktan değerleri birbirine karıştıran insanlara benzeyebileceğimi soktu gözüme. 

Ben çok üzgünüm. Hayatın farkında olsakta, hergünün büyüsüne kapılıp zihnimizi köreltiyoruz. Uyuşuyoruz. Unutuyoruz. Bir saat sonrasının garantisini verebiliyormuşuz gibi davranıyoruz. Oysa bir dakika sonra sevdiğime ne olacağını kim bilebilir? Ben gerçekten çok üzgünüm. Boşu boşuna üzdüğüm insanlar için, aklıma bile getirmemem gereken konuları kendime dert edindiğim için, saçma duygularla tıpkı bir işe yaramaz gibi davrandığım için çok üzgünüm. 

Her ne yaşarsak yaşayalım, yaşadıklarımız bizim eserimiz. Bu yüzden o eserin ne adar güzel ve değerli olabileceğine karar vermekte bizim elimizdedir. Yaşantım benim ellerimdeyse, o'nu en iyi ve en güzel şekilde, kendimce yaşamak istiyorum. Kendi seçimlerimin var olduğu, kendi seçtiklerimin anlam kattığı dünyamı ben süslüyorum. Kim yaptığı işin kötü olmasını ister ki? Hele bu iş yapabileceğiniz en kıymetli iş ise...

Goncagül "Huzurlu"

28 Kasım 2011 Pazartesi

Hepsi Bu Olmasa da...

Herkesin var bir hikâyesi...

Ama bu başka.

Herkes mutlu olabiliyor bir türlü...

Ama bu başka.

Yazmak istediklerim, anlatmak ve bütün yaşadığım güzellikleri paylaşmak istediklerim dolup taşıyor. Böylesine haykırmak isterken bir yandanda sadece benim yüreğimin içinde saklama isteği duymam ilginçtir. Yani, buradayım ama aslında değilim. Bazen bir noktaya dalıp gidiyorum, lâkin baktığım yer başka. Kalbim kuş gibi kısaca. Özgürce uçuyor. Hiç sıkılmadan, utanmadan. Ne bugünün ne de yarının endişesini taşımadan. Kötülükleri barındırmadan. Başkalarının tutsaklığına üzülen ama kendi özgürlüğünü de ucuza satmayan. Herşeyi çok net görebilen, ama en çok kendi yuvasını dikkatlice gözleyen, ben. 

Ben büyüyorum biraz daha. Sevdikce, gördükce, eğlendikce, sevildikce, okşandıkca, şarkılar söyledikce, dibine kadar yaşadıkca ve en önemlisi de sabretmeyi öğrendikce! Büyüyorum gerçekten. Karşına çıkan engelleri aşmayı göze aldığın vakit ne kadar güçlendiğini anlıyorsun. Biraz cesaret ve çokca sabrın ödülünü alıyorsun. Belki de hiçkimsenin dönüpte bakmayacağı bir yere uzun uzun bakıp dersler çıkartabiliyorsun. Sadece nefes alıp vermekle kalmıyorsun yani. Ne kendi huzurunu ne de sevdiğinin huzurunu başka, bambaşka birşey için kaçırmıyorsun. 

Bu başkalık baş döndürücü. Hayal değil, rüya değil, tam manasıyla sahi ve özel. Karanlığı aydınlatan bir ışık gibi. 

Çok garip; zorluklara rağmen ayakta tutan bir duygu. Kasvet çökünce ordan çekip alan ve göğsünde uyutan bir sevgili. Kötünün acımasız silahlarına karşı Tanrı'mın sevgi dolu gerçek sözleri.

Şunu anlamak lazım. Tanrı'ya güvenen utandırılmayacaktır. 

Goncagül "Aşk"


13 Kasım 2011 Pazar

Konu Bu Değil

Kahve dediğin Fenerbahçe fincanında içilir. Ama bunun konumuzla alakası yok.

Merhaba,

Kış bugün tam manasıyla pencereden sırıttı bize. Ufuklar görünmez olu. Sis kapladı heryeri. Beyin gücüyle 'üşümeyi engellemeye çalışmak' mevsimi diyorum ben buna uzun zamandır. Evet, ilginç ama bunu yapabiliyorum. Kendimi bildim bileli soğuk havayla savaştığım için olsa gerek, zorlanmadan üşümeyi engelleyebiliyorum. Tek başına karda kışta okula giden bir çocukluk ve gençlik döneminden sonra iş hayatımda pek farklı olmadı. Neyse ki bu yıl 'araba kullanmak' gibi bir kolaylığa adım atmama ramak kaldı sevgili okurcan. Hatta kendisi kapının önünde beni bekliyor. Gerçi bu defa gidecek bir işyerim olmadığı için bu pek birşey ifade etmiyor şimdilik. Neyse konu bu değil.

Mathias doğdu. Yeğenim olan. Hala oldum ya hani ben? o işte. Bebekler genelde buruş buruş ve çirkin olurlar doğduklarında. Bizim bebeğimiz direk botokslu doğdu arkadaşlar. Bu kadar mı tatlı olunur, bu kadar mı uslu olunur... Şimdi bu bebeciğin babasıyla biz komşu oluyoruz. Yeğenimin odasıda benim odamın yanında. Ben burada parti versem ses gitmiyor, ama orada sinek uçsa ben vızıltısını (evet vızıltı) dibimde duyabiliyorum. Bizim bebişin hastahaneden çıkıp eve geldiği ilk gece, daha doğrusu ilk sabah  bir miyavlama sesi duydum dışarıdan. Yani ben öyle sandım. Bu soğukta ve bu saatte kedinin dışarıda ne işi var diye düşündükten hemen sonra Matt'ın yüzü belirdi gözlerimin önünde. Güler misin ağlar mısın? Rüya ile gerçek hayatın arasındaki o ince çizginin üstünde cambazlık yaparken duyduğum bu güzel bebek ağlamasıyla uyanmanın tadı başka. Zaten hemen susuyor! Neyse konu bu da değil.




Çağdaşkım bana aldığı hediyeyi gösterdi dün. Siz deyin Goncagül uçmuştur, ben diyeyim uçtum! Hiç inmemek üzere bulutların üzerinde biryerlerde pembe badana boya yapıyorum. Boğazıma doluyor, birşeyler söylemek istiyorum! Ama hepsi mi hafif kalır duygularımın yanında? Hiç mi tarifi olmaz bu yaşadığım muhteşem hislerin... En büyük zevkim olan yazmanın bile beni birgün böyle bir sebepten dolayı yarı yolda bırakabileceğini düşünmemiştim hiç. Herneyse, konu bu da değil aslında. 




Van konusunu yazmadım hiç. Hergün beynimi meşgul eden, yüreğimi acıtan bu durum için Tanrı'ya dua etmekten baska yapacak birşey yok gibi çünkü. Manevi kardeşim Doğuş'a ulaşamıyorum. Ne öğretmenine, ne de kendisine... Bilinmezliğin içinde ne düşüneceğini bilememek koyuyor insana. Gönderilmemiş bir kutu var şimdi yanıbaşımda. İçinde bu kışı sıcak geçirmesi için bir mont, birkaç defter ve kalem, silgi, bere ve bir de blok flüt almıştım. İçim acıyor. Konu bu değil...


Dün annemle babamın evlilik yıldönümüydü. Sanki bu ara hiç olmadıkları kadar âşıklar birbirlerine. Babam aslında ne kadar romantik. Annem aslında ne kadar hassas... Ben aslında ne kadar açmışım onları kumru misali görmeye... Ne güzel kocaman bir sevgi yumağının evimizin tam ortasında uçuşması. Bir iki fotoğraf çekip bir kaç ânı ölümsüzleştirmeye çalışmak ne kadarda değerli aslında. Tamam ama, konu bu da değildi.

Sahi, konu neydi?

Goncagül "PamukHelva"


4 Kasım 2011 Cuma

Kasım Hoşgeldi

Neyin garantisini verebiliriz bu hayatta? Neyden yüzdeyüz emin olabiliriz? Dostlukların garantisi var mı, güvenebilirmiyiz? Herkesi doğru algıladığımıza emin olabilirmiyiz? Sahidende inandığımız gerçeklerin doğruluğunu savunabilirmiyiz hâlâ? Göz açıp kapayıncaya dek değişmiyor mu bazen birşeyler? 

Son günlerde hayat bana insanların etten kemikten yaratıldıklarını ve hiçkimsenin mükemmel olmamakla birlikte gayet 'önemli' hatalar yapabileceklerini öğretiyor. İnancımın da bana teoride birkaç kez bu hakikati gözümün içine sokması, ben yaşayana kadar etkili olmamıştı. Herzaman böyle oldu. Yaşamadan bilemedim. Yaşadıktan sonra çektiğim acı beni kendime getirdiği için şanslıyım esasen. En güzeli de, artık yalnız değilim. Acımı anlattığımda göremediklerimi gösteren bir sevgiliye sahibim. Boşuna denmiyor yol arkadaşı diye...hayat arkadaşı diye... Doğrudan yüreğimle ilgilenen bir sevginin varlığının güzelliğinde kayboluyorum. Beni her bulduğu yerde dinleniyor, yine O'nun kollarında kaybediyorum kendimi. Çocukluğumdan beri yokluğunu hissettiğim bütün o 'sahiplenme' duyguları bir kişide toplanıp bana hediye edilmiş gibi. Böyle birisi elinizden tuttuğunda, hayatın bütün ağırlığını taşıyabilecekmiş gibi hissediyorsunuz. Tabii ki bu noktada en önemli ve öncelikli olması gereken kişi Baba Tanrı oluyor. Ben, en son başımdan geçen 'kötü' bir olay sırasında kendi duygularımın ardınca değil de doğru olanın dediklerini yapmaya gayret gösterince, en vahim durumlarda bile müthiş bir esenlik kapladı içimi. Kalbimin derinliklerinde hissettiğim bu huzur bütün bedenimi sarıyor. Sonra etrafımı sarıyor. Odamı sarıyor. Huzur, heryerde oluyor. Üzerine bir de dünyamın en güzel armağanı Çağdaşım beni sarıp sarmalıyor. Herşey aslında itaat etmekle başlıyor... 

Farkındalık kadar önemsediğim birşey yok hayatımda. Bazen farkında olduğumu sandığım lâkin yanıldığım günler oldu. Sonu yine acı ve hüsran olsada illa ki anlama noktası'na ulaşabilmek için koşturdum durdum. Benim tek bir adımıma karşılık En Yücelerdeki'nin bahşettiklerini saymakla bitiremem. İnsan, kendine güvendikce batar. Fakat yine aynı insan zayıflıklarının farkına varıp bunu itiraf edebildiğinde  ve bunu yaşam tarzı haline getirdiğinde, bütün acılara ve olumsuzluklara rağmen hafif ve güvende hissedecektir kendini. Bunun adı; Lütuf'tur. Yani, biz haketmediğimiz halde bize karşılıksız verilendir. Böyle merhametli bir Tanrı'dan almaya çalışıyorum alabildiğim kadar. Zor olsada, dayanamayacağımı düşündüğüm süreçlerden geçsem de, hayal kırıklıkları yaşasamda, dostum dediğim birilerinin dili kılıç gibi kesmiş olsada halatları...Tanrı'nın kulaklarımı açmasıyla yaşattığı bu farkındalık ve anlayış hepsini delip geçiyor. Bütün boşlukları dolduruyor. Tatmin ediyor. Selamet veriyor. Yeryüzünde yaşayabileceğiniz bütün mutlulukların toplamının iki katı mutluluk yaşatıyor. Kocaman bir gülümseme çiziyor yüzünüze. Ağlarken sevinç çığlıkları atıyorsunuz. Şükrettikce yenileniyorsunuz!

Hayatın ne getireceği belli olmuyor. Hep öyle kalmıyor. Tek bir söz, söylenen bütün sözleri silip süpürebiliyor. Ama bütün bunlara rağmen ne mutlu kendisininde ölümlü ve zayıf biri olduğunu kabul edene. Böylelikle affetmek daha kolay oluyor. Benden size tavsiye :-)

Sonbaharlarım hiç bu kadar anlamlı olmamıştı. 
Sana aşık olmak çok güzel...

Goncagül "MiniKadın."

23 Ekim 2011 Pazar

Yeğenim Matthias

Bana ilk defa hala olma duygusunu yaşatacaksın birkaç gün  sonra. Aslında şimdiye kadar doğmuş olman gerekiyordu. Belki bir iki saat sonra bile doğabilirsin. Anlaşılan, sen de halan gibi inatçısın dünyaya gelip gelmemek konusunda. Ben de on - onbir gün gecikmişim. Sanırım hiç bilmediğim bir ortam hakkında tereddütlerim varmış. Yaşamak ağrısı sarıldı boynuma diyor ya hani Ahmet Kaya, baban öğretecek birgün o şarkıları sevmesini sana...onun gibi mesela. Sakın sevmemezlik yapma. Topa tutarlar benden söylemesi... Dünyaya gelip nefes almak konusunda bilinmedik endişelerim varmış diyorum ama, geldikten sonra farklı düşünüyor insan. Bana güven. 

Sana Timur diye seslendiğim için bana hiç tekme atmadın. Alacağın olsun. Büyük teyzenle bilmeden bir bağ kurmuşuz aramızda, o da seslenirmiş Timur yukarı Timur aşağı. Doğduğunda da Timur diye seslenirsem alınma. Espri gibi mutluluk kattın hayatıma. Kal o tatta. Şimdi sen bilmiyorsun ama, birçok anıyı birden hatırlatıyorsun bana. Babanı mesela. Ve 'baban' demenin ne kadar inanılmaz, ne kadar iç gıcıklayıcı olduğunu hissetmek var bir de. Baban için herkes 'kuzeni' diyecek. İnanma. Kardeşimdir o benim. Sırdaşımdır... Baban, gözlerine baktığımda hâlâ beni saflığın var olduğuna ikna eden adamdır. Dostumdur. Yıllar önce, biz çocukken kafama attığı renkli yumurtaları hatırlar güleriz bazen. O akşam canımı yakmış olan bu yaşanmışlığı bugün gülümseyerek sana anlatıyor olmam kadar ironik bir hayata doğacaksın. 

Sana kendimi anlatmama gerek yok aslında. Aklın başına geldiğinde ne denli 'çatlak' bir halaya sahip olduğunu kendin yaşayıp göreceksin zaten.

Bu ara senin kokuna ihtiyacım var. Görmediğim yüzünü de özlüyorum. Başını kokladığımda sırtıma yüklediğim ağırlıkları biraz olsun yere bırakabilmek istiyorum. Küçücük avuçlarına parmağımı yerleştirdiğimde, heyecanla bekleyeceğim sık diye. Böyle küçük bir beklentinin içinde kaybetmek istiyorum kendimi. Yanlış anlama. Kızma. Pamuksun, cansın, yeğensin, ilksin ya bana...kardeşimin parçasısın ya...gamzelerinde gül açan arkadaşım mamanın biriciğisin ya, ondan bu sevinçler. 

Dünya bir yana, nasıl bir aileye geleceğini bilmiyorsun tabii sen şimdi. Görünce şok olacaksın. Bir Arslan enişten var, senin büyük enişten oluyor. Yani hertürlü büyük bir enişte zaten o. Çok sigara içiyor laf dinletemiyoruz. Sayesinde bizlerde pasif içiciler olarak nasipleniyoruz. Amma ve lâkin bıyığına ve de göbeğine bakmaksızın güvenebilirsin o'na. Babamdır diye demiyorum; zordur ama sevilmeye değerdir. Büyük hala var bir de. Kendisi benim anam olur. Sarışındır ve bir ilktir. Daha doğrusu sahte sarışınlardan olmasına rağmen kendisine biz kısaca Adalet diyoruz, sarışınlığın tüm özelliklerini taşır. Bazı şeyleri geç anlayabiliyor. Adalet dememiz bu yüzden. Şehnaz Tango diye arattırırsan Google'dan bulabilirsin, neyse bu gereksiz bir ayrıntı. Büyük halan çok gördü çok geçti başından. Küçük bir kadındır ama kocaman bir yüreği vardır. Baban o'nun tavuklu pilavını çok sever. Sen de seversin eminim. Muhtemelen sen doğduğunda elini üzerinde gezdirip Tanrı'nın bütün meleklerine talimat verecektir. Amcan var. Evlendi o bu sene. İyice amca oldu. Ağamdır kendisi paşamdır. Hayatta en değerli varlığımdır. Babanın kardeşidir. Çocukluğumuz birbirimize kenetlenmekle geçmiştir bizim. Top gibi yuvarlayacak seni şevkatinden. Şiirler söyleyecek kulağına. Şakalar yapacak sonra. Dobraca girdiğinde konuya, anlayacaksın sırtın yere gelmeyecek asla. 

Diğer fertleri yaz yaz bitiremem sana. 

İhtiyacım var bu ara sana...

 Halan biraz serseri mayın. Biraz asi ruhlu. Özgürlük delisi. Hata yapma mekanizması. Ama iyidir halan. Ben, benim diye söylemiyorum. Kendimden başka herkesi düşünürüm. Zararımda kendimedir. Gel de seveyim seni. Gel de ağlat beni. Gel de yüreğime sıkışan dikenleri tek tek söküp atsın bakışların. Gel de medet umayım, umutlanayım. Gel ben halalığa çok hazırım.

Sen şimdi bilmiyorsun ama, odalarımız yanyana. Sadece bir duvar var aramızda. Sen sabah gül gamzeli mamanı ağlayışınla uyandırdığında, rüyamdan feragat edip gülümseyeceğim sana. Sesinde huzur bulup devam edeceğim uyumaya. Odalarımız yanyana. Gel de veda edeyim amcanın hayaletine. Sen gel o'nun yerine. verelim kafa kafaya. Atalım şu hayata bir kafa. Şut ve gol olsun... 

Gol olsun!

Gel sana güzel şarkılar öğreteceğim.

Gel saçlarımı çekmeyen kalmadı, sen de çek izin vereceğim.

Seni çok seviyorum oğlan çocuğu.

Goncagül "Hala"




20 Ekim 2011 Perşembe

Düğümler

Küçükken düğüm olmuş bağları çözmeyi çok severdim. Çözemeyen birilerini gördüğümde hemen bana vermesini isterdim. Çok geçmeden çözerdim. Özel bir yetenekmiş gibi bakarlardı bana. Çok zor düğümleri çözebildiğimdendi galiba. Büyüyünce anladım ki, marifet bağları, ipleri, halatları çözmek değilmiş.

Görünmeyen düğümler var ki onları hangi eller çözebilir bilinmez. En önemli düğüm ise boğazda oluşanıdır. Onu çözmeye benim kendi tükürüğüm bile yetmiyor.

Yutkun yutkun bir yere kadar.

Yutkundukca zorlaşıyor çözmek. Çözemiyorsun. Yutkundukca büyük bir düğüm haline geliyor. Ben büyüdükce durumların hiçte öyle olmadığını gördüğümü anlatmaya çalışıyorum size. Mesela girilen en zor sınav okulda girdiğin matematik sınavı falan değilmiş. Orada aldığın sıfır hayatının sonu değilmiş. Kanayan dizinin acısı hiçbir şey değilmiş! 

İyi temenniler bile can yakıyormuş? İyi temenniler bile! 

Çünkü mesele söylenenen değil beklenenmiş. Bunu bazen kendine bile itiraf edemezmişsin ama olaylar acımasızca gelişirmiş.

Neyse ya.

Demiştim sana.

Şarkılar miras kalıyor.

Goncagül "Koyu"

GEREKSİZ NOT: Bu şarkıyı kısık seste dinlerseniz çok ayıp etmiş olursunuz. Bu şarkı sonuna kadar açılası ve bağırtılası bir şarkıdır. Ona göre.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Kız Kalbi

Güneş battı sayılır. Mumumu da yaktım. Hazırım.

Bazen ummadığın ortamlarda ummadığın bir kişi tarafından sessizce baskına uğrayabiliyorsun. Sessizce ama. Sadece bakışarak. Kişi, gözlerinin içine öyle bir dalıyor ki hiç çıkmayacak zannediyorsun. Gözlerini kaçırarak onu bu zevkten mahrum etmekte buluyorsun çareyi. Hani bıraksan, devam edecek çünkü gözleriyle birşeyler anlatmaya. Azarlamaya biraz. Soru sormaya. Merak etmeye. Ve sonunda seni çok sevdiğini söylemeye.

Bu sabah erkenden annemin mesajı ile uyandım. "Günahkârlara imrenmektense, sürekli RAB korkusunda yaşa. Böylece bir geleceğin olur ve umudun boşa çıkmaz. ~Özdeyisler 23:17". Tabii sabah sabah gözlerimin önünde hâlâ beyaz bir perdenin olması ve perdenin arkasında hâlâ -hatırlamaya çalıştığım- rüyalarımın dönmesi, ayeti anlamakta biraz zorladı beni. Hoş, hemen anlamaya çalışmadım. Sadece en son cümle dönüyordu beynimde. Ve umudun boşa çıkmaz. Son günlerde tam olarak bu konu ile ilgilendiğimden, hemen ayetin başını tekrar okumaya başladım. Mecburen terkettim sıcak yatağımı ve mecburen ayılmaya çalıştım. Sendeleye sendeleye bir önceki günün getirdiklerini ve yok ettiklerini düşünmeye başladım. Sonra vazgeçtim bundan. Aklımda sadece akşam keşfettiğim bir şarkı çalıyordu. Ben Sana Ölüyorum...

Soğuk havaya inat üzerime hiçbir şey almadan dışarı attım kendimi. Kış güneşi sinsi sinsi sırıtırken yukardan ben üşümemeye kararlıydım. Kendimi çok kasınca bunu başarabiliyorum ilginçtir. İnsan her başarmak istediğini kendini 'kasınca' başarabilseydi nasıl olurdu kimbilir.
On yaşındaki kuzenimi uyur vaziyette bulurum diye düşündüm. Çoktan uyanmış pijamasıyla dolanıyordu evde. Göz kulak olmak için geldiğim evi kahve ve croissant kokusu sarmıştı. Saat 10'a geliyordu. Lukas, legoları ile meşgul olduğundan yüzüme bile bakmadı. Hayal kentine bir bina daha dikmek istiyordu. Sorun şu ki, arabaları ağır bastığından kendi elleriyle inşa ettiği binasına arabasını çarpıverdi. Yıkıldı legolar. Umurunda bile değildi... Ablası kendince bir karar almış onu açıklıyordu. Kararı almış almasına ama, gözleri onay bekler gibi fıldır fıldır süzdü beni. Bir fincan kahve almak için kalkıp "Olmuyorsa kendine bir saat belirler, o saate kadar kullanırsın. Böylece belki disiplinli olmasını da öğrenirsin" derken kendime şaşırdım. Disiplinden bahsediyordum. On yaşındaki bir kız çocuğuna nutuk çekmek hiç zor değil. Fakat hayatı boyunca pekte disiplinli olamamış bir genç hanım olarak  disiplinden bahsedince, ağzımdan çıkanlara inanamadım. Hal böyleyken nasıl bir kararlılık aşılarım, bilemedim. Zaten fikrimi söyledikten sonra o'nun ne yapıp yapmadığı önemli değildi. Nasıl olsa hayatı boyunca benden bugün duyduğu bu 'disiplin' örneğini hiç unutmayacaktı. Zira heryerde karşına çıkacaktı...

Sıcak kahve içime yayılırken ve kafein uyarıları beynime hucum ederken her yıl tekrar tekrar oynatılan 'Hayat Bilgisi'ni kimlerin bıkmadan izlediğini sordum boş boş. Neredeyse her sahnesini ezberlediğimi farkettim. Sabah olacaktı, Kerem ablası Afet tarafından bağırış çağırış ile uyandırılacaktı, Afet'in elinde bir bardak süt olacaktı, Kerem kızacaktı,...

- Ben İstanbul'a gitmek istiyorum! diyen kuzenin sesiyle uyandım gereksiz sorgulamalarımdan. Yüzüne baktım. Nasıl yani hissetmiş olabilir miydi? Yüzümden çok mu belliydi? Ben susmuş ve öylece bakakalmışken sessizliğimi,
- Çok özledim... diyerek bozdu. Kalbimin ritmi hızlandı. Yok artık... diye düşünürken, 
- Sen istemez misin? dedi. Durdum. Baktım. Gülümsedim. 
- İstemez miyim. Çok isterim. Ben de özledim...

On yaşındaydı. Bir kız çocuğuydu. Çocuktu gözümde. Herzaman olgunluğuna inandığım ama, bu kadar da olmaz dedirten... Daldı gözlerimin içine. Lafımın üstüne laf söylemedi. Neden? Nasıl? Kimi? gibi sorularını sormak yerine gözlerimin içine bakmayı tercih etmişti. Gülümsüyordu. Ayrımadı gözlerini. Ben de gülümsedim. Sessizliğimizi bozan bir bağ vardı aramızda. Bu ne kuzen ilişkisi ne de başka birşeydi. Düpedüz anlaşılıyordum. Hem de hiç anlatmadan. Sorular cevap vermek zorunda olmadan anlatıyordum. Anlıyordu. Sessiz ama çok kıymetli olan bu paylaşımdan dolayı seviniyordu küçük bedenindeki koca yüreği. Kalbinin pır pır edişini duyar gibiydim. Küçük kuzenim, en değerli 'genç bir kız olma' yollarını -maalesef- Justin Bieber'e tapılan bir dönemde yürümekteydi. Yaşıtlarımın bile beni rahatsız edici desteğine tamamen sırtımı dönmüşken küçük bir kızın içime akışını izledim bir kaç dakika.
Yerinden fırlayıp, "Dur sana şarkı açayım! Açayım mı?" diye sordu. "Aç tabii. Takıl kafana göre" dedim. 

Başından sonuna kadar dinlemeye korktuğum, hatta başını bile doğru düzgün dinlemediğim bir parça çalmaya başladı. Kuzen yüzünde bir beklentiyle baktı yüzüme. Hınzırca güldü. Hâlâ ta derinlerimde sakladığım bir gerçeği sadece o'nun bilip bilemeyeceği endişesiyle düşünürken aslında gayet saçmaladığımı farkettim. 





- Ben bu şarkıyı hiç başından sonuna kadar dinlemedim, dedim.

Değmesin ellerimiz...

Şarkının sözlerinde boğulurken her bir cümlenin yüzüme fiske indirişine ses çıkarmadım. Kuzen, Fatma'ya eşlik ederken ben inen fiskeleri iyileştirmeye çalıştım.

İşte birkez daha durup karşında/Belki de son defa soruyorum sana/Bitti mi hikâyemiz?/Bu ne biçim son böyle?/Değmez miydi sevgimiz savaşıp direnmeye?...

Bitmesin hikâyemiz...

dedi Fatma.

Bittim o an da.

Bazı şarkıları hissediyorsun. Dinlersen ölürsün. Fena döver çünkü, baş edemezsin. Kuzen beni kendi elleriyle sürgüne ittiğini farkediyormuydu bilmiyorum ama, paha biçilmez bir yirmi dakika geçirdiğimi söyleyebilirim. Hem de beni hiç anlamayacağını düşündüğüm on yaşındaki bir kız çocuğu tarafından.

Teşekkür ediyorum sana. Okursun belki birgün gerçek bir genç hanım olduğunda...

Goncagül "Abla"


10 Ekim 2011 Pazartesi

Ah be...Signomi!

Sabahın erken saatlerinde yüzüme vuran güneşin kızılı ile uyandim. Gözlerimi hemen açmadım. O turuncunun içinde, aynı dakikalarda sevgililerinin yanında uyanabilme şansına sahip olan insanları düşündüm. Hiç uyumadan sabahlamış olanları düşünüdüm. Zihnimde bir şarkı çaliyordu. Şarkının sadece nakarat bölümü bozuk plak gibi tekrarlanıyordu hayalimde. "Dokun bana, dokun bana, dokun biraz daha geçsin kokun bana..". 

Sessizliğimi bozan bu sözler hiç bir anlam ifade etmiyordu aslında. Geçmişten kalan bir anının uzaktan sinsice sırıtışıydı sadece. Hiç istemediğim halde açtım gözlerimi. Zoraki yaptığım birçok şey gibi. Heryanım uyuşmuş, hareket etmekte zorlandım. Pencere sabaha kadar açık kaldığından olsa gerekti... Dışarıdan bir ambulans sesi duyuluyor. Beyaz perdem bir ileri bir geri süzülürken gece beni korkutup uyandıran kâbusumu hatırlamaya çalıştım. İnsan gece gördüğü kâbusu hatırlamaz mı? Ben sabah olunca hatırlamıyorum. Belki de bu melekler tarafından hediye edilmiş bir armağandır. Nedense bu sabah canım yoğurt çekti. Ben yoğurt sevmem aslında... Canım bembeyaz sade yoğurt yemek istiyor. Ben uyanır uyanmaz acıkmam ama? açlıktan değildi zaten. Yemek istiyorum sadece. Hiç yapmadığım şeyleri yapmak istiyorum bugün. Buz gibi yoğurt işte. Anlamsız, süzme yoğurt. Belki içine mısır gevreği ilave edip karıştırırım. Öyle de yiyebilirim.. yapabilirim.

Aklım karışık değil bu sabah. Aksine bomboş. Kurtlarından arınmış, anlamını yitirmiş gibi biraz da. Hiçbir şeyi düşünmüyorum. Kendimi bile... Hoş, alışıktım buna. Bir kararlılık var üzerimde. Önceden planlamadığım bir kararlılık. Biri gece kulağıma fısıldamış gibi. Nihayet yataktan kalkma gücünü kendimde buluyorum. Gözlerimi ovdum, bir kaç kirpik düştü.. vedalaştık. Aynaya baktım kendimi görürüm diye. Içimde sıkışıp kalmış ruh bana ait değilmiş gibi inkâr ediyordu varlığımı. Gülümsedim. Mutfağa gidip deli gibi yemek istediğim yoğurdu kâseye koymak için buzdolabınının kapısını açtm. Yarısı yenmiş bir elmadan başka birşey yoktu. Üstadın en sevdiğim dizelerinden biri geçti aklımdan. "Şimdi sen elmayı seviyorsun diye, elmanın da seni sevmesi şart mı?".
Elmadan başka yiyecek yoktu. Yoğurt sevmeyenin dolabında yoğurdun ne işi olsundu. Başımı kaşıdım. Zaten dağınık olan saçlarım  azıcık da benden aldı nasibini. Bugün yalnız kalma kaidesiyle her istediğimi yapmak istedim. Kıyafet seçiminde zorlanmadım. Kırmızı elbisemi giyindim. Koltuk altlarıma deodorant sıktım. Artık çayır çimen dışarıda değil odamdaydı.

Dışarısı hiç bu kadar güneşli olmamıştı sanki. Gözlerimi, gökyüzünün muhteşem mavisinden ayıramadım.

Eve geldim. Günümü bitirmiş ve yorgunum. Televizyonu açıp keyfimce zapladım. Evlenmek için can atan seksenlik dedelerden, çocuklar izlesin diye çizilmiş kötü karakterlerden, doksanlı yıllarda çekilmiş 'lanet olası' bir seslendirmesi olan yabancı bir filmden yemek programlarına kadar hepsi aynı ve sıradandı. Mutfağa gidip dolapta yarım kalan elmayı yatağımın altına koydum. Aylardır evden defolmasını beklediğım fare, benim mekanımı kendine yurt edinmişti. Artık seviyordum. O ölmesin. Gitmesin. Bari o gitmesin.

Soyundum.

Bir Hüsnü Şenlendirici parçası seçtim. En sevdiğim olanını. Dinlerken içimdeki huzuru anlamaya çalıştım. Belli ki beraber uyandığım bu kararlılık hafifletmişti beni. Neden daha önce yapmadım ki diye iç geçirdim. Hüsnü klarnetini ağlatırken yalnızlığıma bir şişe açıp,  kadeh dolusu rakıyı indirdim mideme. Sendeleyene kadar devam ettim. Seviyorum bir süre sonra titreyen yanaklarımı. Karıncalanan kanımı...

Bugün hayatı; bir çocuğun özgürce seçip boyadığı renklerden oluşan bir resim tadında yaşadım. Dolu dolu. Konuşturdum hayalgücümü. Siyahlıkları, grilikleri, kötülükleri görmediğim bir dünyanın gökkuşağında nefes alıp verdim. Son kez. Sadece görmek istediklerimi ve gerçek saydıklarımı izledim. 

Akşam güneşinin usul usul batışını izlerken Signomi çalıyordu hâlâ. Tekrar tekrar ağlıyordu Signomi. Signomi dinlerken bir kaç hayalimi gerçekleştiremediğim için kendime kızdım. Lâkin artık vakit yoktu. Yaşamam gerekenleri yaşamış, söylemem gerekenleri söylemiş, içimde en ufak bir şüphe barındırmıyordum. Signomu haykırsın dursun şimdi evimin dört bir köşesinde, dünya umurumda değil! Ne mahremim kaldı, ne halka açık biryerim. Ne içinden çıkamadığım sorunlarım  ne de sevdiklerime karşı özlemim. Sevdiklerim mi? Içelim Signomi... Çok aşığım Signomi. 
Kalmadı şimdi hiç biri. Ne vardı ki zaten? Benim olduğunu sandığım her öykünün altında başka birilerinin imzası yokmuydu nasıl olsa? içtiğim sigaranın bile izmariti sonunda yerdeki betonun olmuyormuydu. Neyim vardı. Dolaptaki elbisem mi, ailem mi, sevdiğimle paylaştığım şarkılarım mı... Sevdiğim mi kaldı.

Yanarım yanarım yine o mavi kemanı elime alamayışıma yanarım.

Ah Signomi. En nihayetinde, hayatımda ilk defa bu kadar kararlıyım! Ben ölüyorum. Yaşasanda yaşamasanda öleceksin demişti bir arkadaşım. Ben ölüyorum. Yaşamasını beceremedim gönlümce. Gözlerimi açar açmaz aldığım bu kararı şimdi uyguluyorum. Acı çekmek ya da çekmemek önemli değil şu an. Nasıl olacaksa olacak. Ama olacak Signomi.  Yapabileceğim en iyi, en doğru, en olmasiı gerekeni yapacağım. Benim olan kimse yok. Benim olan hiç bir şey yok. Arkamdan ağlayanım bile. 

Kanım yerde, akıyor... görüyor ama hissetmiyorum. Ruhum çekiliyor. Mutluyum sanki...

Ölüyorum Signomi...

Gözlerim kararıyor.



Ne güzel adın var Signomi... Seni görmek istiyorum...

Beni uğurla...

Goncagül "Korkusuz korkak"

26 Eylül 2011 Pazartesi

Çıkara Dayalı Dostluklar/ Ben Merkezci Arkadaşlar

Yufkadır yüreğim. Bir okadar da sivridir dilim, bilirim. Delmesin diye kimseyi konuşur önce yumuşak kalbim. Çok sabrederim, çok beklerim. Hoşgörünün hakkını veririm. 

İyi de, neden buna rağmen suistimal ederler seni? Neden bile bile üzerine gelirler? Neden bile bile üzerler? Neden hiçbirşey olmamış gibi devam etmeye çalışırlar? Çıkara dayalı dostluklarına bir de niçin insafsızlık eklerler? Bilmiyorum ben. Bilemiyorum. Dünü, bugünü ve yarını düşünmeksizin açarsın dostuna kalbini, dökersin içini. O bu durumdan faydalanıp soymaya kalkışır herşeyini... Kanatır birdaha. Umursamadan, düşünmeden ötesini berisini. Sıvar kolları ve daldırır ellerini olmaması gerken yerlerine. Sen "dost" dedikce döner sırtını sanki...

Menfaat yapışmış alınlarına. Çıkar köreltmiş zihinlerini. Kurnazlıkları boy boy karşımızda dikilirken çok mu saf sandılar bizi? Çok mu iyiydi niyetleri? Ama, vardır hep bir cevapları. Korkarım bu yüzden ağzımı açmaya. Dilimi tutarım delmesin diye kimsenin kalbini. "Ya benim kalbim?" diye düşünmeden, çekerim restimi. Aldığınız astar yüzünden verecek yüzüm kalmadı size. Dost adı altında tepeden tırnağa ayıplaşan sizlere. Ben utanıyorum yerinize. Düşüncesizliğinize. Veya öyle görünmek isteyişinize.

Herşeyi sanallaştırdığınızdan beri piyonsunuz siz de. Anlayamadığınız şu ki; sessizlik bir kabulleniş değildir. Susmam, görmediğim anlamına gelmiyordur. Oralı olmamam, yaptıklarınızı tasvip edişimden değildir. Söylediklerinizin, yaptıklarınızın ve beynininzden sinsice geçen her tilkinin farkındayım.

Bu farkındalık bana acı verir. Tuttuğum dilimin sivri ucu gerisin geriye bana batar. Aldırış etmem. Çünkü; umarsızca sömürdüğünüz duyguları ve dostlukların ardından söyleyecek laf yoktur.

Öyle işte...

Goncagül "Farkında"

Hasret

Heryerde çekilebilir. Zamana aldırış etmiyor insan. Saate bakma ihtiyacı duymuyor. 
Kimi zaman tek bir noktaya odaklandığını dakikalar sonra anlayabiliyor. Çünkü, baktığı yerde bile hasretin yansımasını gördüğünden, nereye baktığı çokta önemli olmuyor. Parmaklarını yuvarlıyor...ısırıyor...kemiriyor. Gözlerinden damla damla akıyor bazen. Dudaklar, büzüldüğü gibi aniden yine aynı hasretin resminden gülümsemesini de biliyor. Hasret, gülümsetiyor. İliklerine kadar bir çekim sancısı hissettirebiliyor. Kilometrelerce uzakta olan mıknatısın diğer parçası olduğundandır bu sancı. O'na çekilmek ve gidememek. Ulaşamamaktır hasret. 

Ne nokta olmayı bilir ne de virgül. Başı da yoktur sonu da. Sesi de yoktur hasretin. Sağır ve dilsizdir ayrıca. Yalnızlığın en iyi dostudur ve saç diplerine kadar hissedebilirsin bunu. Ne kadar süredir sustuğunu, düşündüğünü, sancılandığını unutturandır. Bir başkasının başkalaşmasına son vermektir. O'nun gözlerinden bakmaktır hayata... O'nun kalbinden atmaktır, dilediği ritimden nefes alıp vermek. Kim ne derse desin, ne yere ne de göğe koymak istememektir. En çok yüreğime yakışır. En iyi benim dizlerimde uyur. En güzel benim içime akar. 

En özel şarkıları ben söylerim O'na...kanatırcasına.







Hasret, kimsenin bilmediği bir bestedir. Yalnızca senin çalıp söyleyebildiğin, ama uzaklarda biryerlerde O'nun tarafından dinlenildiğini bildiğin. Kimseye benzemez. Rengi yoktur. Varsa yoksa O'dur. Boğazda düğüm, bileklerde kelepçedir.
 Çaresizliğin anasıdır.

Hasretin adı, Çağdaş'tır.

Ve lâkin; sabır umudu büyütür, umut sabırı.

Goncagül "KanRevan"

19 Eylül 2011 Pazartesi

Benimde Bir Filmim Var

Küçükken pembeydi benim bildiğim bulutlar.

Yağmurlar boncuk boncuk yağardı.

Her kadının dudakları titrekti.

Her erkek nazikti.

Her çocuk tatlı ve temizdi.

Her aşk Aliye Rona'lara rağmen ölümsüz ve güçlüydü.
Her baba, yiğit ve her ana tırnaklarıyla kazırdı hayatı.

Sonra ben büyüdüm.

Turşu sevmeye başladım.

İsabet oldu.

Çünkü biber gerçekti ve o acıydı.

Pembe bulut yoktu.

Bulutlar beyazdı...

**
Sonra yediğim lahana turşularının suyunu da seve seve içmeye başladığım günler oldu. İlkin hepinizin bildiği, aşık olduğum canım şehir İstanbul'da 6-7 yaşlarındayken içtim bir bardak turşu suyunu. Lıkır lıkır hemde. O turşu suyunun tadının yerini hiç bir turşu suyu alamadı. Hâlâ aynısından içemedim. İçemeyeceğim de.

Ne turşu suyundan bıktım, ne de izlediğim türk filmlerinden. Meğer ne pembe bulutlardan vazgeçmişim, ne de Kartal Tibet'in gözyaşlarından.

Hani derim ya inanırsak olur diye.

İnandım, oldu.

Kartal Tibet'ten nazik bir sevdiğim var şimdi. Bütün Aliye Rona'lara inat sımsıkı sarıldık birbirimize. Ben yine hayalperest olayım, siz yine kınayın beni.

Mutluyum çok.

Son.

Goncagül "Nayşe"


7 Eylül 2011 Çarşamba

İçsel Haykırışlarımın Dışsal Yansımaları part 2

O gün geldi çattı. "Daha çok var" diye diye şurada topu topu üç gün kaldı. Üç gün sonra tam manasıyla yuvadan uçacak olan bir ağabeyim var. Günler azaldıkca içsel haykırışlarım çoğaldı. Sessiz çığlıklarımı bastırdım. Iyice sessizleştim. Kabuguma çekildim. Eski fotoğraflarımızı uzun uzun inceleyip o günlere geri döndüm. Dedim ki "herşeye rağmen dünyanın en güzel kardeşlik örneğini biz yaşadık ..."

Yaşadığımız inişli çikişli bütün olaylara inat, kafa göz girişmelerimize inat, dizde kase kırıp kanın gövdeyi götürmesine inat, ayagımızın altında kafa ezmeye inat, sokak ortasında herkesin içinde top oynamıyorum diye dayak yememe inat, kaleye geçmiyorum diye küfür kafir kol gezsede buna da inat, gayet sıkı bir bağım var benim ağabeyimle. O ağlayınca ben başlardım, ben ağlayınca o başlardı ağlamaya. Destek çıkardık kol kanat gererdik birbirimize. Paylaşmadığımız bir halt kalmadı anlayacağın. Pazar akşamları toplantı yapardık misal. Yıllarca ranzada yattık (bir kaç sene ayrı odalarda kaldık) o ranzada alt üst yatarken, bazen gayet geçimsiz olmamıza rağmen pazar geceki toplantılarımızı aksatmazdık. Bugüne dair planlarımız, hayallerimiz vardı. Cinsiyet farkı dinlemeden, utanmadan çekinmeden konuşurduk  bunları. Işte o gecelerde içinde hayal  kurduğumuz o pembe baloncuklar patladı, herşey gerçeğe dönüştü. Sıralamayı da bozmadık vesselam. O benden büyük olduğu için önceden gidiyor. Bana yol açiyor. Yolundaysa herşey işaret edecek peşinden gideceğim ben de. Her zamanki gibi yani... Tam ağabey kıvamında. 

Ağabeyi olmayan kızancıkların ne demek istediğimi anlayacaklarını pek zannetmiyorum. Hatta bu ağabeyi olmayan hatunların "iyy iyi ki ağabeyim yok!" demelerine protesto amaçlı, biz ağabeyi olan hatunlar bir elimizi havaya kaldırıp "Yaşasın ağabeyi olupta kendini daha güvenli hisseden hatunlar!" diye bağırdık. Bakmayın, abladan falan iyidir. Ağadır, paşadır, candır o can. Kabul, bu sebepten biraz feminizmden uzak büyüdük bir süre ama geçti yani. Insan bir kendini  bulmaya görsün o feminizm içerden geliyor zaten. Ağamla alakası yok yani. Herneyse işte. Üzgün değilim hacılar. Aksine ağam için gayet memnunum. Zaten hayatını severek sevişerek mutlu mesut geçirebileceği bir hatun aldı kendine. Hem biz müşerref olduk, hem de o. Müşerref demişken, küçükken adım ya Kevser ya da Müşerref olsun isterdim. Neyse bu ayrı konu. 

Dün gece ağam uyurken biraz izledim. Böyle içim acıdı. Aslında bu yazı duygusallığın dibine vurup anıra anıra ağlamamıza sebep olabilirdi hep birlikte ama gördüğünüz üzere bunu engellemek için hayatımı yiyorum şuanda. Ağam, iki üç mahalle öteye taşınıyor olsa da, aynı olmuyor. Aynı olmayacak hiç bir şey. Birlikte televizyon izleyip aynı sahnede birbirimize bakıp gülemeyeceğiz mesela. Cay demleyeyim diye para teklif eden biri de olmayacak. Taklit yapıp altıma işeten, sigara dumanını suratıma üfleyip kadirzm moduna giren ve de saatlerce hikâyeleriyle kafamı şişiren biri de olmayacak. Sabahın köründe arabesk ile uyandıran, karı-kız muhabbetlerine ortak eden, hertürlü benim muhabbetlerimede ortak olmayı başarabilen ve bunu hep ölçüsünü kaçırmadan yapabilen birisi de olmayacak. Cinsiyet farkına rağmen ölçüyü hiç kaçırmadan ikiden bir olmayı her zaman başardık sevgili okurum. 

Velhasıl-ı kelam, bir dönem kapanıyor, baska bir dönem açılıyor. Bunada alışacağız. Herşeye, her yere ve de herkese alışılabildiği gibi. 


Goncagül "Kızkardeş"










5 Eylül 2011 Pazartesi

Yıldızların Altında

Yıldızların hep bir önemi, bir değeri oldu benim hayatımda. 

Yalnızlığımı çok derinden hissettiğim anlarda gökyüzüne bakıp sonsuzluğu içime çektim. Amma göğün maviliğinde yüzüp başka diyarlarda ferahladım, amma beyaz bulutların arasından sızan güneş ışıkları arayıp yüreğime ümit aşıladım. Gecenin karanlığında bana göz kırpan vefâkar bir yıldızım var. Kalbimden taşan arzularımın duvarlara çarpıp bana geri dönerken duyduğum acılıkta, gayriihtiyari o yıldıza dogru döktüm kelimelerimi. Aybaba beni gökyüzünün diger kısmında izlerken ben, aydınlattığı o yıldız ile ilgiliydim herdaim. Diğer yıldızlara nazaran daha parlak, daha belirgin, daha yakın ve daha dost. Dosdoğru gözlerimin içine bakıp beni dinleyen bir insan gibi. Izlemekten haz duyduğum ve de rahatladığımı hissettiğim. Gözlerimden damlayanlar yanaklarımı sırılsıklam ıslattığında, o yıldızın ışığında kuruttum yüzümü. Yeryüzünde yaşadığım tek başınalığı o yıldız ile paylaştığım gecelerde, dün geceden hiç haberim yoktu, dün geceye kadar...

Dün gece, hayatımın sonuna kadar duymak istediğim sesi dinlerken ben, bu defa huzurun verdiği refleks ile karanlık gökyüzünün derinliklerine daldım. Bir yandan içimin en kuytu köşelerine sevgiyle akıp göl olan sesi dinlerken bir yandan da vefâlı yıldızımı izledim. Yıldızların çokluğu çekti dikkatimi sonra. "Yarın hava güzel olacak..." dedim. Aslı var mı gerçekten bilemiyorum ama, böyle inanırım yıllardır. Yalnızlığımı paylaştığım ve nedense benden başkasının ilgisini çekmediğini düsşndüğüm, hatta sadece bana göründüğüne inandığım yıldızın etrafındaki diğer silik yıldızları tarif etti dünyanın öbür ucundaki Ruhum. Ağzım açık söylediklerini dinlerken, tarif ettiği manzaranın benimki ile aynı olmasına içten içe sevinç çığlıkları attım adeta. Belki çok şaşırmam gereken bir durum değildi. Fakat öylesine tuhaf, öylesine güzel ve öylesine içtendi ki! 

Aramızda ki 4000 kilometreye inat, aynı yıldızı izledik dakikalarca. Yıllardır gecelerime umudu getiren vefalı yıldızımın bu defa başka türlü bir sürpriziyle heyecanlandım. Sevdiğimin gözlerini yıldızımın ışığından izleyebildiğime mi sevineyim, yahut onun sesindeki mutluluktan hayat bulmama mı, bilemedim... Tarifi zor acılar yaşarken, tarifi zor sevinçler yaşıyorum artık. 

Aynı yıldızı izledik dün gece. Aynı gülümseme vardı yüzümüzde. Aynı duyguları hissediyorduk içimizde. Aynı sabırla aynı beklentiler döndü durdu beynimizde...

Goncagül "Ferah"


21 Ağustos 2011 Pazar

Nefes Alabilen Ölüler

"Birileri bana mutlu bir hayat yazar mı?"
Céline Kum

Mutlu hayat herkesi mutlu etmeye çalışmaktan başlarmış, ben de yeni öğrendim. Sen mutlu olmasanda olur aslında; birilerini mutlu etmekten zevk duymalısın budur kilit nokta. Olmuyorsa zorla. Çünkü herkesin bencil olduğu bir dünyada, herkesin "el ne der" diye düşündüğü bu saçma sapan sahte dünyada mutluluğun tarifi de böyle bol tuzlu!! Sıkıyorsa mutsuz ol şimdi...

Hevesini kursağında bırakanları öyle uzakta arama. "Biz de senin mutluluğunu istiyoruz" cümleleri altında ezil ve gerçekten öyleymiş gibi buna inan; her ne kadar anlamasanda! Sevmeyi de mutluluğu da ben mi öğreteceğim? Haşa! Tek nedenimiz milletin ağzından çıkanlar değil mi nasıl olsa? yeter ki biryerlerden övgüler gelsin. Yeter ki bir yerler bizleri eleştiremesin. Yeter ki biz buna fırsat vermeyelim. Yeter ki biz, yüeğimizden taşsa bile sırf 'yanlış' sözler duymamak için kısıtlayalım kendimizi. Engelleyelim arzularımızı. Ne önemi var ki sevginin, sevdiğinin? Kalpten dile yansıyan sözcüklerin adı ahlaksızlık konmuşsa diyebileceğimiz ne kaldı?! Kursak hevesle dolar...

Özür dilerim! Yüreğimi zaptedemedim! Özür dilerim! Birilerini rezil ettim! Özür dilerim! Duygularımı yazılarıma döktüm! Paylaştım sevgimi özür dilerim... Özür dilerim! Bu kadar uzaktan sahiplenmek nasıl olabilir bunun yollarını aradım! Özür dilerim, elime yüzüme bulaştırdım, sizi YİNE utandırdım! Kırın nesneleri parçalayın kafamda! Uslanmam nasıl olsa... Nasıl olsa, öfkeni geçtiğinide ve yine kendi köşeizde kendi sevdiklerinizle birlikte gülüştüğünüzde ben parçalanan nesnelerin sivri uçlarıyla kenimi cezalandırabilirim. Nasıl olsa, ben buyum ve beni herkes bilir.

Mutluluğu yazmak mı....

Mutluluğu ne doyasıya, istediğimce, gönlümce, sınırsızca yaşamama izin verirler ne de yazmama.
Olmuyorsa siktiri çekerler. Çünkü kural bu. Bir gece sen ne olduğunu bile anlamadan en sevdiğin varlık tarafından tartaklandığında duyarsın iliklerinde korkuyu da dehşeti de. Meğer aynısı değilmiş yürekte paylaşılan bunu izlersin korku dolu gözlerinle. Naftalinlerin arasına gizlediğin çocukluğunu ortaya çıkarır paramparça oluşunu seyreylersin işte.  Ne genize dolan sigara dumanına yer vardır hayatında, ne ciğerlerini söküp başını döndüren alkole. Yapabileceğin tek şey kendinin bile olmayan odanın kapılarını örtüp karanlıkta diğerlerinin gülüşmelerini dinlemek olur...

Mutluluk mu dedin.

Kendini unutmaktan başlasan iyi edersin...

Goncagül "Gereksiz Öfkeli"

14 Ağustos 2011 Pazar

Paramparça Olmuş Bir Vazoyu Parçalayabilirmisiniz?...

13 ağustos
Saat gece yarısını çoktan geçmiş
Bir telefon notu

Parçalayamazsınız. Paramparça olmuş bir zerreciğin farklı yerlere savrulduğunu anlamanız gerekir.

Hissetmez. Canı acır mı? Acımaz.

Yalnızlık ile dost olmuş birini terk etmek ile tehdit edebilir misiniz? Edemezsiniz. Çünkü bu onu korkutmaz. Ve yabancısı değildir yalnızlığın. Asıl yadırgadığı kalabalıktır, çoktan dibine vurmuştur farkındalığın.





Yüreği avuçta tutup kırılmaması için ürkekce yaklaşırken hayata, vurulduk en olmadık kuytularda.


Sakalındaki aktan ağzımız açık öğütler ve de nasihatler dinlerken hiç oralı olmadık aslında. Hep bir bildiğimiz vardı. Hep biz daha iyisini bildik. Hep güçlüydük. Hep yıkılmazdık. Yıkılsakta çabuk kalkardık. Peki ya şu yerlerde sürünen benim kaybettiğim onurum olabilir mi? Kazanılacak övgüler uğruna paspal ettiğim şu duygular benim mi...Senin mi? Kimin.

Hepimizden biraz var galiba.

Hepimiz biraz aynıyız galiba.

Kusura bakma Baba...

İçinde beslediğin zehiri kusmak gerekir zamanı geldiğinde. Ya kusacaksındır, ya da seni günden güne biraz daha fazla zehirlemesine izin vereceksindir. Yani ya yaşamayı seçersin ya da ölmeyi.

Kendinden çok sevme kimseyi. Kendinden çok sevebilir misin birini? Kendini sev ki, sevebilesin diğerini...

Kıyaslama kendini kimseyle. Sen böylesin işte. Acılarından doğan, ama pisliklerinden arınmasını isteyebilecek kadar da olgunlaşan belki de... Ümitsiz olmamalı kimse.

Kusma vakti. Yaşamak için gerçekleri. Kusma vakti.

Çünkü benim başım en güzel senin göğsüne yakışıyor Sevdiğim.

Goncagül "Gerçek"

7 Ağustos 2011 Pazar

Akordeon Tadında Hayat

Her zaman koştum ben.

Hayallerimin peşinden,

Hedeflerimin peşinden,

Arkadaşlarımın peşinden,

Ailemin peşinden,

Sevginin peşinden,

Masalların peşinden,

Şarkıların ve kitapların peşinden,

Derslerimin peşinden,

Onun-bunun peşinden,

Doğruluğun peşinden,

Solcuların peşinden,

...

Ulaşabilmek için hep bir çaba içinde oldum. Hayallerimi gerçekleştirebilmek için, gerçekleştirebileceğime inandığım hayallerin peşi sıra gittim. Bir kaçı gerçekleşti, diğerleri sırada bekledi. Kimi zaman yoruldum. Kimi zaman vazgeçtim. Pes ettim çoğu zaman... Her pes edişin ardında gülümseyen bir umut vardı. Elinden tutup büyütmemi bekleyen bir umut. Karanlık çökünce ve ben başımı ellerimin arasına alıp kara kara düşününce bile içimde yok olup gitmeyen yaşama sevincinin adını biliyordum. Adını bildiğim ya da adını koyduğum herhangi birşeyi asla unutmayıp yaşatmayı göze aldığım için, yaşattım o sevinci. En dumanlı, en zor, en acı, en bitkin, en perişan, en çaresiz zamanlarda bile yaşattım onu. Kalbim krizin bekçisi olmuştu...

Kimse masum değildi zaten biliyordum lâkin kimseler umurumda değildi. Aynaya bakmaya bile cesaretimin olmadığı günleri anımsıyorum şimdi. Ben miydim o? Yanaklarını yırtarcasına çizip nefes almaya çalışan ve her seferinde acılarından yine yeniden doğan ben miydim? İçinde beslemeye çalıştığı umut sayesinde zarzor inanmaya çalıştığım 'iyileşme' işlemi ne zaman başlayacaktı? İyileşirmiydim, gerçekten umut var mıydı? Yoksa tıkanmış damarlarımda akıtmaya çalıştığım kan çoktan sulanmışmıydı... Yoksa ben çoktan öldüm de, gömen yok muydu...?

Elimi attığım, elimi atmak istediğim hiç bir olay kolay olmadı benim hayatımda. Sırtımı sürekli sıvazlayan bir kaç maneviyatlar haricinde çok aklı selim insanlardan oluşan bir çevrem yoktu. Zaten bir dönem benim aklımın odaları toz ile dolup taştığından, çokca farketmiyordum etrafımda olup bitenleri. Ve hatta kendi iç dünyamın derinliklerinde kıyametin çoktan geldiğini. Yatak döşek hastalıktan ölmek üzere olan ruhumun şifa bulacağına dair olgunlaştırmaya çalıştığım  umudumu gözyaşlarımla suladım. Sürahiler doldu taştı. Hiç büyümedi. Geri geri giden günlerimin yarınları hergünümden farksızdı. Ergenlik doğduğumdan beri alnıma yapışmış bir sivilceydi. Ta ki, Arkasına sığındığım yaşanmışlıkların kimseyi değil, sadece beni yaraladığını görene kadar...

Hep yalnızdım. Destek mi oldu birileri? Hayır. Olduklarını sandılar sadece. Maddiyat mıydı beni ayakta tutacak olan? Değildi, farkında değillerdi. Yaratılışımdan bu yana Tanrı'yı özümseyip sadece O'na, Yüce Yaradan'a bakmak istedim. O'nu yüreğimde saklamak, sadece O'nunla var olmak, sözlerini zihnime ve kalbime işlemek, hayatımın merkezi haline getirmek için uğraştım. Sonra anladım. Tek başına uğraşın, tek başınalığın daha büyük yalnızlıklar ve başarısızlıklar getirdiğini anladım.

Ağzımı kocaman açıp yaşam suyunun hücrelerime dolmasına izin verdim. Ve dedim ki; gücüme güç kat! Dertlerime çare ol! Kendimi tanımamı sağla! Seni tanımama izin ver! Yüreğime istek nakşet.

Ardından koştuğum herşeyin, alnımda boncuk boncuk akan terin kaymağını afiyetle yiyorum. Her zahmetin ödülü vardır. Zahmetsiz ödül, ödül değildir.

Bugün odama meltem yavaşca eserken içeri sızan güneş ışığı içimde besleyip büyüttüğüm kocaman olmuş umudun dudaklarından öpüyor... mutlu ediyor.
Bugün yüreğim sevinçten coşuyor.
Bugün aşkı iliklerime kadar hissediyorum.
Bugün, yaşadığım herşeye şükrediyorum.
Bugün dünyanın en iyi sevgilisi benim... Bugün, yarınlarımdan farklı ve yarınlarım bugünden başka olacak, biliyorum.
Bugün ümitlerimi kalbimi şad eden sevgilimin yüreğinden topluyorum.

Seni çok seviyorum!

Goncagül "Mutlu"