Adımlarıma Işık

31 Aralık 2012 Pazartesi

Bu Yıl İstemiyoruz!

Hep istenir mi? İstenmez. Bazen de 'istemiyorum' diyebilmeli. Yani ne bileyim biraz da kendimiz için 'istemiyorum' diyebilmeliyiz. Oturun dünya sizin etrafınızda dönsün değil. Ama iyi olsun diye, iyi olalım diye 'istemiyorum' çekebilmeliyiz.
Ki huzurlarınızda bir kaç yıldır yeni yıl istekler listesi yapmamış biri var. Sevmiyorum artık, anlamlı bulmuyorum. Gelecek yıldan istediklerimi listelemek, birbir saymak, olmazsa olmadı yeni baştan demek istemiyorum! Cünkü değişimi kabulleniyorum. Sen ister kabul et ister etme ama her yıl biraz daha eklenir insanoğluna. Gerektiğinde eksilir hatta. Toplama-çıkarma olayları bitincede yenilersin işte baştan aşağı. Yeni bir insan olursun. Dönüşürsün. Peki şöyle bir geriye dönüp baktığında 2012'den istediklerini hatırlıyor musun? Sağlığı, huzuru, bol parayı aşkı geç... Sustuklarını düşün. Sustuklarınla ilgili değişimler, gelişimler veya isteksizlikler yok mu? Hiç yorulduğun yahut durulduğun olmaz mı. Biraz daha büyüdüğünü... Sen farketmesende geçen her senenin seni biraz daha büyütüp olgunlaştırdığını... Sevmediğin yemeği artık sevdiğini ya da hoşlanmadığın herhangi birşeyden zevk aldığını... Huzuru daha çok arar değil miyiz şu mayası birtürlü kabarıp pişmeyen dünyada?...

Bu yıl...
  • Beni henüz tanımayan; oturup bir kahve dahi içmemiş insanların envai çeşit eleştirilerini istemiyorum...
  • Mutlulukların karşısında seviniyormuş gibi yapan fakat tam tersi içinde binbir tilki ile dolaşan gözleri hayatımda istemiyorum...
  • Kötülük ile yaşayan ve hatta bununla gurur duyabilen; ne yazık ki kinini, nefretini, intikamini, dikbaşlılığını besleyip gururunu büyütmeyi marifet sayanları istemiyorum...
  • Fikri ile zikri tutmayanı istemiyorum...
  • Dost adı altında kalbimi çalanları sonra da çamura bulamaya çalışanları istemiyorum...
  • Menfaati için yanımda duranları sonra koca bir vefâsızlık ile ortadan kaybolanları hiç istemiyorum...
  • Okumadığım kitaplar olsun istemiyorum...
  • Hayata dair 'Sevgi' adı altında yazılanların aslında topyekun negatiflikten icad edilmiş olduklarını ve insanların körükörüne bu safsatalara inanmalarını istemiyorum...





Bu belki biraz daha uzar gider amma ve lâkin en önemlisi...





  • şe kalka büyüyüp kadın olma serüvenimde bazen ufak bazen de koşar adımlarla yürürken hatalarından ders çıkaramamış birisi olmak istemiyorum...
  • Hiçbir sebepten, hiçkimsenin değerli kalbini kırmak istemiyorum...
  • Her kalp değerlidir; hepsini olması gerektiği gibi sevip hayatın aldatıcı akışına kapılmak istemiyorum...
  • Gözümden sakındığım, çok başka sevdiğim yavrulara kötü örnek olmak istemiyorum...
  • Kocamı incitmek istemiyorum...
  • Başarısız olmak istemiyorum... olunca hüzünlenip pes etmek istemiyorum!
  • Bu çarkın içinde dönerken kendimi ve sevdiklerimi unuturcasına kosturmak istemiyorum...
  • Arkasını okumadığım için yararsız kitaplar satın almak istemiyorum :-)
  • Annemi henüz anlayamadığım için onu kırmak istemiyorum...
  • İçimden vazgeçip dışımla zaman geçirmek istemiyorum...Yüreğimi bırakıp dışıma yatırım yapmayı istemiyorum...
  • Yeryüzünün bütün etiketlerine rağmen sadece o etiketleri görüp değerlendirmeler yapmak istemiyorum...
  • İnsanları oldukları gibi görmek, olamadıkları için sevgisizlik göstermek istemiyorum...
  • Büyürken küçülmek istemiyorum...

Ve daha nicesi.


Güzelim aralık ayının son günlerinde kelime haznesinden kalbime değerli cümleler eken dayıma teşekkür ederim.
Hırçınlıklarıma rağmen emsalsiz sevgisiyle beni kucaklayan canım anneme teşekkür ederim.
Kusurlarıma rağmen seven, büyüten Sevgilime teşekkür ederim.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da katan ve eksilten, her bir cana teşekkür ederim.

En büyük şükranlarımı Yaradanıma sunarım...

Ütopik zihniyetimi kendi dünyamda uygulayabilirim. Devletimin başkanı bellidir.

Gelsin 2013 biz hazırız! 

Goncagül "İstemiyor!"


26 Aralık 2012 Çarşamba

Merhaba 2013



İki şehir arası git-geller ile geçmiş bir yılın son günleri...

Demiştim, aralık hep getirdiği yeniliklerle veda eder bana diye. Bu yıl da yaptı sürprizini.

Sabrın sonundaki selametin büyüsündeyim...

“Temelli” kelimesinin güzelliğini yaşayabilecek olmanın huzuru içerisindeyim...
Ne güzel bir kelimedir...Temelli!

Çok zor bir maratonun ardından yorulduk elbette...
Ter döktük…nefes nefese kaldık…üzüldük…bardağı taşırdık… ama pes etmedik.
Bu yılın bize sunduklarını kabul edip en iyi nasıl şekillendiririz diye sorup kolları sıvadık...

Dopdolu koca bir yılı elimdeki bavula umudumu ve aşkımı koyup defalarca evime bir kavuşup bir ayrılarak geçirdik… 
Şehri ve O’nun kokusunu her terkedişimde bedenime ait bir parçayı da ardımda bıraktım. Benim bıraktıklarımla avunmaya çalıştı. Fakat benim işim daha zordu. Bıraktıklarımla küçüldüm, zayıf düştüm, çok eksik kaldım… O ise onlara tutundu, belki bir nebze güçlendi her gidişin ardından. Zordu; zira hikâyede her iki taraf bekleyendi.

Güzel 2012 havada geçti. Havaalanları ikinci evim oldu. 
Hayatımın en büyümüş, en değişmiş, en çok öğrenmiş, en çok keşfetmiş, en ilkleri yaşamış, en çok sabretmiş, en çok sevmiş, en çok güzel yılını yaşadım. Her yılın sonunda geride bıraktığım seneye bir iki çift lafım olurdu ancak sözün bittiği, hatta yeni başladığı yerdeyim. Güzelliklerin önsözünü yaşamış, sıra romanın içeriğine gelmiş gibi. Birtürlü zihnimizde ayrılıklar olmadan, sırtımızda farklı şehirlerde mecburi bekleyişler külfetini taşımadan rahat bir nefes alamadık. Cümlelerim çıkmak isteselerde durduruyorum. Birazı beyaz kağıdı süslesin, çoğu yüreğimde kalsın istiyorum. Yüzyıllar önce söylenmiş atasözlerinin doğruluğunu sınadık sanki… Bir film izlemedik, bir kılavuzdan eğitilmedik ya da bir şarkının sözlerinden esinlenip hayale dalmadık. Galiba sağlam durmayı öğrendik sonunda. Arada sırada esen yellerden bir sağa bir sola sallansakta sarılmayı bırakmadık. Birebir tutunduk, koptu kopacak dediğimiz ümitlerimize…

Kopmadı.

Sonra, kırmızı şaraplı bol aşklı bir mayıs gecesinin ertesi günü ölüm kollarını açmış beni beklemeye koyulmuştu. Masalımsı bir yıla hiç yakışmamıştı… Yattığım hastanenin son durağım olması için henüz çok erkendi, biliyordum lâkin zordu. Maratonun bu kısmı oldukca acı veriyordu. Güçlü durabilmek, yaşanacak çok güzel gün var deyip ayaklanmaya çalışıp kulağıma fısıldanan yalanlara karşı direnmek kolay değildi. Fakat ne olursa olsun, insan hayatında yaşadığı bütün olumsuzlukları harika bir anıya dönüştürebiliyormuş. Daha doğrusu Tanrı'ya izin verince O, hayatımızı hazineye çeviriyormuş; bunu da yaşadım, öğrendim. Öğrendik.

2012 sadece güzellikleri getirmedi elbette. Dostun yalan yüzü, düşmanın oyunu, gevezenin dili,... sardı sarmaladı çevreyi. Ölümler oldu...Sevdiklerimize son yolculuklarında el  sallayamadık. Son bir kez göremedik. 

Ama büyüdük işte. Bu yıl da büyüdük. 

Beraberce büyüdük. 

Ve oldu.

Başardık.

Geriye son bir kaç adım kaldı. 

Gelecek yıllar bundan daha güzel olacak.

Bu yıl  biraz erken oldu ama, yolcu yolunda gerek. Hepinizin yeni yılı eskisini aratmasın. Çok çok daha muhteşem günler sizin olsun.

Kutlu ve mutlu olsun.

Hepinizi seviyorum.

NOT: Ben bu yıl da alamadım mavi kemanımı.

Goncagül "Temelli"



23 Aralık 2012 Pazar

O Yaşıyor!

Birçokları her yıl olduğu gibi bu özel günün anlamını yitirmekte usta olsalar da, nihayetinde layığı ile kutlayıp önemininin bilincinde olanlarda var. 

Bazen öyle değişik hayaller kuruyorum ki nereden geldiklerini merak ediyorum. İnsan hiç görmediği cisimlerin, hiç yaşamadığı ve varlığını görmediği yaşanmışlıkların hayalini nasıl kurabilir ki? Bir yerde görürsün, okursun veya duyarsın. O senin aklına biryerlerden kazınmıştır. Bu benimki öyle biryerlerden aklıma kazınmış falan değil. Yeryüzünde hiç olmayacak olamayacak hayaller kurma profesörü atıyorum kendimi. Cennetsel düşlerimi bu dünyada yaşamaya kalktığım için çuvallıyorum bazen. Lâkin ne mutlu bana ki beni anlayan bir-iki insan var. Hatta bir tane desem daha doğru olur sanırım. 

Bilmiyorum. Belki birgün Twilight'a meydan okur fani insanlardan oluşan efsane bir aşk hikâyesi yazar onun bu kanlı maceralarına son veriririm. Tamam, benim kahramanlarım ölümcül oldukları için ölecekler ama insanoğluna gerçeği vermek yalanlarla aldatmaktan daha iyi değil midir? 
Seni bilmem. Belki sen gerçeği yanlış tanıdığın için yalanlarla idare etmek istiyorsundur. Yanlış tanıdığın için diyorum zira gerçek senin sandığın kadar ürkütücü ve acımasız değildir. Gerçek seni özgür kılar. Gerçek, sevginin ne olduğunu öğretir sana. Kendini yalnız hissettiğinde, ailenden bile göremediğini düşündüğün anlayışın has maddesini sunar. Sahiplenişlerin kaynağına götürür seni. Dostların seni ortada bıraktıklarında gerçek vefânın ne olduğunu gösterir. 

Öğretir.

Büyütür.

Pekiştirir.

Olgunlaştırıp yeryüzünün aldatıcılığına bel bağlamaman gerektiğini açıkca anlatır. 

Gerçek, birzamanlar insan bedeninde aramıza inip Sevgi olan Baba Tanrı'dır. 

Bu mesaj sana, ona, size, bize, hepimize. 

Seni özgür kılmak için bir kurtarıcı doğmuştu. Sonra ölmüştü. Sonra yine dirildi. Ve O hâlâ diri. 

Hâlâ diri!

Bunu kutlamalısın. Seni herkesten çok sevip çok anlayan bir Kurtarıcının eseri olduğu için buna iman edip bunu kutlamalısın.
Henüz farkında değilsen düşün...
Dışarı çık...Ellerinin işini düşün...
Bildiklerinle anlattıklarımı kıyasla.
Sevgiden ve Sevgi olan Baba Tanrı'dan söz ediyorum.
Adaletsiz, sevgisiz, ve ölmüş olabileceklerden değil.

Kurtarıcı Mesih'in doğumu Kutlu olsun.

Herkese bereketli bir Noel diliyorum.

Goncagül "NoelAna"

16 Aralık 2012 Pazar

Güneş Batmadan

Güneş battı batacak, kızılı yeşil çimlerin üzerine uzanıyordu. Saçının teline de deymiş diye düşündü. Bu güzelim güneş ışığı güzelim saç teline deydiğinde bakmaya kıyamıyordu, ama gözlerini de alamıyordu. Biraz ürperdi. Heyecanından mı yoksa oturduğu soğuk banktan mı bilemiyordu. Bir kez daha çevirdi başını ve ufka daldırdı gözlerini. Saç telleri geçti yine aklından. Derin bir nefes aldı ve bırakmadan yine yana eğdi başını. Keşke bilse diye iç geçirdi. Biraz boynunu öne eydi. Kırmızı ojeli tırnaklarına takıldı gözleri. Saniyeler içerisinde kanı düşündü. Bir insanın kalbini ve bir kadeh şarabı. Belki de burada olmasının bir sebebi vardı. Öyle ya da böyle hissettiği çok farklıydı. Ne kızıl buruk, ne yeşil çimler ne de rüzgârın titrettiği birkaç papatya...hersey o'nda bütünleşmişti. Herşey oydu ve o'nu soluyordu. Zamanın geçmesi ve bu yüzden eve geç kalma ihtimali de önemli değildi. Bu kötü bir cesaret gösterisiyse bile umurunda değildi. Cesur olmak bugün güzeldi. Cesur olmak o'nun yanında güzeldi. 

Tekrar başını çevirdi. Keşke bilseydi dedi yine kalbinin derinliklerinden, sessizce. Keşke bu sessiz çığlıklarımı duyabilseydi. Burnunu izledi, sonra yine güneş ışığının aydınlattığı muhteşem kirpiklerini. Her bir kirpiği saymak istedi. Dalından koparcasına sahibini terk eden tek bir kirpiği bile yakalamak, avucunun içinde hapsetmek ve mümkünse cebine sokup saklamak istedi. Saçmalık mıydı? Umurunda değildi. Kendi ruhunun denizinde boğulmak kadar güzeli var mıydı ki? 

Üst dudağını diliyle ıslattı...biraz ısırdı. Ellerini yumruk haline getirip derin nefes almaya çalıştı. Sanki nefesi kendisine ait değildi. Solunda oturan adamdan soluyordu hayatı... kalbine pompalanan kan onun kanıydı. Sessizce oturuyorlardı. Bir an o'nun aklından geçenleri merak etti. Aslında bilmek istediğinden emin değildi. Ne de olsa, bilinmezlikler içinde hayaller kurmak daha cazipti. Dudaklarına geldi sıra. Hareket etmeden, nefes almadan öylece dudaklarını izledi. Adamın yüzünde çocuksu bir gülümseme belirdi. Belki de dakikalardır attığım çığlıkları duyuyordur diye düşündü kız. Sormadı. Soramadı. Konuşursa sesi çatlayabilirdi. Sesinin çatlamasından korktu. Yutkundu. Burada olmasının bir sebebi olmalıydı. 
Bu defa adam çevirdi başını. Yüzündeki eşsiz gülümseme henüz silinmemişti. Gözlerindeki şevkat mi yoksa acıma mı diye düşündü. Kız, adamın gözlerinin içine bakmaktan korkmuş olsa bile bununla yüzleşmeyi tercih etti. 

"Eğer istersen ufaklık, seni içimde, ta buramda büyütebilirim" dedi kalbini göstererek adam.
"Çünkü ben seni duyuyorum, hiçkimsenin duyamayacağı kadar. Eğer istersen yolunu kaybettiğinde pusulan olabilirim. Küçük ayakların güçsüzleştiğinde, seni tutup kaldırabilirim. Kabul edersen herşeyin olur seni yaşatırım. Seni yaşattıkca hayatta kalır, mutlu ettikce sevince boğulurum. İstersen parçan olurum. Çadırıma girmeyi kabul edersen, uçurtmalarla olgunlaştırır, verdiğim özgürlük ile pekiştiririm." 
Kız duyduklarına inanamadı. Gözlerini bir saniye bile kırpmadan dikkatle söylenenleri dinledi. Yumruk halinde olan elleri çözülüverirken, omuzlarından bir yükün kalktığını hissetti. Galiba biraz dikleşti. Hatta oturuşu değişti. Görünmez kalkanı indi. Korkuları kayboldu. Endişesinin yerini güven kapladı. 
"İsterim" dedi sessizce. Sesi çatlamamıştı. 

İsterim...
Senin olayım...
Benim olasın...

12 Aralık 2012 Çarşamba

Daha Ölmedik


Ben en çok 21 aralıkta kıyamet kopacağını düşünen insanların şu günlerde ne yaptıklarını merak ediyorum. Yani nasıl bir bekleyiş sürecidir bu? Onları suçlamak ya da hor görmek değil yaptığım. Kıyametin geldiğine yürekten inanmış "zavallı" insanları suçlamak budalalıktan başka bir şey değil benim için. Onların ruh hallerini, zihinlerinden geçenleri ve bu acayip süreçte hissettiklerini düşünmemek elimde değil? Çünkü kendimden çıkıyorum yola. Şu an yaptığım inançları kıyaslamak ve yargılamak ta değil. Ben de dünyanın sonunun geldiğine inanan birisi olsaydım şu anda ne yapıyor olurdum sorusu bu? 

Olayın içeriği, bu safsatayı ortaya ilk kimin attığı ya da gerçekte ne olduğu değil önemli olan. Benim asıl merak ettiğim, bunca insanın birdenbire niçin kapıp koyverdiği... Bu kadar mı çaresiz? Bu kadar mı boş? Bu kadar mı boşlukta? Bu kadar mı kör? Kör ama gördüğüne inanan insanlar sürüsü...

O gün geldiğinde Şirince'ye akın eden insanlar kıyametin kopmadığını gördüklerinde hayal kırıklığı yaşayacaklar mı? İnsan dünyanın sonu gelmedi diye hayal kırıklığına uğrar mı...

Yalnız bütün bunların ve kişisel soru ve düşüncelerimin yanısıra, insanların gözden kaçırdığı ya da bilmediği bir başka nokta daha var. Maya takvimine göre aslında 21 aralıkta kıyametin kopacağı kesin değildir. Zaten kopacağı falan yok ta, bu takvime gönül bağlamış kişilerin kesin sonumuz geldi diye bir dayatmaları yok. O güne dair iki olasılık varmış. Biri, herkesin diline pelesenk olmuş olan kıyamet mevzusu, bir diğeri ise dünyanın çok büyük bir  değişime uğrama olasılığı imiş. Amerikanın daha vicdanlı bir ülke olması, illuminatinin yok olması, yüzyıllardır revaçta olan paranın değer kaybetmesi gibi ütopik değişimler...

Şimdi bu zihniyetlere gel de kız gel de kelam et...
O kadar saçma ki, insanın ağzını açıp bir söz edesi gelmiyor. 

Ofiste konuştuğum bir iş arkadaşıma "dünyanın iyiye değil daha da kötüye gittiğini gerçekten görmüyor musunuz?" diye sorduğumda bana acıyarak baktı. Galatasaray - Fenerbahçe derbisi gibi aynı. Onlara göre biziz kör olan; bize göre onlar...
Zaten ezelden beri olması istenileni yaşamıyor muyuz? Bizler ve onla halinde ikiye ayrılmıyor muyuz?

Bu böyle uzar gider.

Tanrı herkese akıl fikir versin.

21 aralıktan sonra da yaşayacağımız güzel günlere...

Goncagül "Mayagil"

4 Aralık 2012 Salı

Benim Ayım

Aralık benim ayımdır. Oldum olası en sevdiğim aydır. 
Kötülüklerin sonu, güzelliklerin başlangıcı gibi yepyeni bir yıla hazırlığın arifesidir.
Mis gibi kar kokar; mum kokar. 
Müjdedir baştan aşağı aralık ayı.
Işıktır. Kırmızıdır. Kan gibi, şarap gibi...
Sıcacık bir kıvılcımdır görmesini bilene. 
Umuttur... 
Uzaklardan doğan güçlü bir yıldızdır. 
Belki bu yüzdendir yıldızlarla dostluğum. İçimdeki sevginin temeli başkadır... Kaynağı Göklerdedir.
Aralık benim ayımdır. Hep öyle oldu. 
Soğuk sabahların keskin öpücüğüdür aralık... Her gündoğumunda yanağına konar. 
Sabırı ile, zorluğu ile, gücü ile, güçsüzlüğü ile, korkuları ile, hüzünleri ile, mutlulukları ile, heyecanları ile, kırıklıkları ile bütün duyguları yün yumağı yapıp eline verir aralık ayı. "Hadi şimdi oyna" der. Oyna. Ya da bütün bir yılın hediye ettiği bu tecrübelerden kendine bir ders ör. Unutulmaz kıl. Ör ki kalınlaşasın, büyüyesin... Senebesene olgunlaştığın gibi tecrübene tecrübe kat.
"Bak..." der aralık. "Dünyanın sonu değil!" yaşadıklarını yün yumağı yapıp avuçlarına bırakır ve "bittiğin her noktada seni yeniden başlattım..." der. "Yine, yeniden, buradayım."
Bütün yaşanmışlıkların dinlenme diyarıdır aralık.
Arınma diyarıdır.
Oturup düşününce, tartıp ölçünce, herşeyi bir gözden geçirince altına cesurca imza atabildiğin yerdir.

Senin aralığın hangisi ve nasıl bilmem.

Ama bu benim ayım.

Goncagül "Mum"

NOT: Maya, çörek, ekmek vb hamurların kabarmasını sağlayandır.

30 Kasım 2012 Cuma

Kısa Kısa

29/11/2012


Kitaplarını nefes almadan okuduğum ve bu yüzden kendime inanamadığım; Filminin her bölümünü sinema salonlarında kendimden geçerek izlediğim Twilight'ın en son bölümünü de aşkımı ikna ederek onunla izledim. Ne iyi ettim... Canım kocacığım gönlüm olsun diye benimle geldiği sinema salonunda kıkır kıkır hikâyenin saçmalığına gülerken ben yüzüne bakmaya bile utandım. Ki, kendisi gayet iyi niyetiyle sadece efektlerin ve sahnelerin basitliğinden bahsederek genel olarak filmle ilgili olumsuz eleştirilerde bulunmadı. Bir bölüm bu kadar mı kötü olur, bir filmin en son bölümü bu kadar mı hayal kırıklığına uğratır! En iyi ve en heyecanlı bölüm olması gerekirken filmin cansızlığı ve duygusuzluğu beni öyle böyle değil candan yaraladı; canevimden vurdu. Romanlar film yapıldığında hafiften bir kıskançlık bir kıvranma olur içimde nedense. Kitabı okurken zihnimde canlandırdığım karakterleri oyunculardan kıskanma gibi garip bir huyum vardır. Sanki onları ilk ben keşfetmişim ve birebir zaman geçirmişim gibi tuhaf bir duygudur bu. Fakat Twilight farklıydı ne yalan söyleyeyim; ta ki son bölümü izleyene kadar! 

Kınadım. Kınıyorum. Kınayacağım. 






** 

Çok eskiden Facebookta "Büyüyünce Çağan Irmak Olacağım" diye bir grup açmışlardı. Çok isabetti zira bir Çağan Irmak olmak duyguları, olayları, durumları, aileleri,...kısacası hayatı o kadar yalın ve bir o kadar güzel anlatabilmek demekti! Hayran kalmamak imkânsız. Şimdiye dek yazıp yönettiği birçok filmi çok sevmeme rağmen Prensesin Uykusu benim için tektir. Nedenini anlatmak güç. Belki de bir nedeni olmadığı içindir... Sadece hissettirdiklerinin farklı oluşunu sevmemden kaynaklanıyordur. Bilemiyorum. Velhasıl konu bu değil. Konu Dedemin İnsanları. Aşkım İstanbul'a 156897542167.i seyahatimde bir keyif harikası olan Türk Hava Yolları yine yaptı yapacağını. Bazı hosteslerinden pek haz etmesemde gerek uçağın konforu, gerek aşcısı ve muazzam menüsü gerekse Tadım fındığına tek kelimeyle deliyim. Ama gerçekten deliyim. Sen hiç uçakta otururken zevkten dört köşe olmuş yalnız başına gülümseyen birini gördün mü? gördüysen o kesin bendim. Neyse konu bu da değil. Bu anektodumda özellikle altını çizmek istediğim konu Dedemin İnsanları fılmidir. Bir film hastası olarak, izlediğim en güzel yerli filmlerden biriydi diyebilirim rahatlıkla. Bu kadar geç kalmış olmayı da kendime yakıştıramadım ayrıca. İzledikten sonra hüzünü ve mutluluğu bir arada hissettiren nadir filmlerden. Çetin Tekindor'un oyunculuğu hakkında ise yorum yapmak anlamsız olur. İzlemediysen hemen izle!

**


Bence dünyanın en zeki ve en komik adamlarından biri olan Cem Yılmaz'ın yeni stand up gösterisi tamammış. İzlemek için sabırsızlanıyorum!

**

Bazı insanlara şaşırmaya devam ediyorum. Sanırım son nefesime kadar şaşırmaya devam edeceğim çünkü dünyanın iyi bir yöne doğru gittiğine inanan pıtırcıklardan değilim. Gerçeği bilmeseydim ve gerçek beni özgür kılmasaydı belki ben de bu yalana kendimi inandırıp daha rahat bir yaşam sürebilirdim. Lâkin herşey bu kadar tozpembe değil. Ve şuna eminim ki; birçok insan bu kadar korkak olmasaydı bu yalana inananların da sayısı bu kadar fazla olmazdı. Belki de ihtiyacımız olan şey biraz daha cesarettir ha ne dersin? Belki de biraz daha korkusuz olabilmeli ve üstüne yürümeli bize kalleşce sunulan yalanların? Belki ille de gönül rahatlığını değil de, gerçekten yeni nesilleri düşünmeli. Ve bize yapıldığı gibi koca bir yalan yerine onlara gerçeği öğretmeli. Hiç bitmeyecek bu. Hep şaşıracağım. Sevginin kaynağı bencillikse senin dünyanda, ben o dünyada yaşamak istemiyorum.

Daha biriktirdiğim, anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki...
Bazen en iyisi onları bir albüme sokup saklamak sanırım.
Sadece kendine.

Sadece Sevdiğime.

Canım aşkım, hayatımı renklendirmeye devam et!


Goncagül "Sözlük"

18 Kasım 2012 Pazar

Yokluğun Zenginliği

Öyle zamanlar vardır ki anlatmak istesen de anlatamazsın. Çoğu zamanda yüreğinin en kuytu derinliklerinde hapsedersin o anıları. İhtiyacın olduğunda ortaya çıkarıp tekrar umut soluyabilmek için. Umut kokan eller vardır. O eller elma soyar, battaniye örter, sıcak çorba kaynatır, en sevdiğin tv programını açar, sana döşek hazırlayıp vücudunun hiçbir yerinin üşümemesi için sarar sarmalar. Öyle sözler çıkar ki ağızlarından, kırk yıl düşünsen aklına gelmez, yıllarca yaşasan bir günde anlatılanı anlamazsın. Ve öyle hikâyeleri vardır ki, yakınsan utanırsın. O hikâyelerden kendine gelecek hazırlarsın. Tenceren de umuttur kaşığında. Evinin her duvarında o hikâyenin izi asılıdır tablo misali. İster istemez o umut kokan diyarda alırsın soluğu en zor zamanlarında. Öyle çok şeyler anlatmalarına da gerek yoktur aslında; sadece yanında oturayım, yine bana elma soysun, yine gözümün içine baksın, yine o emsalsiz sevgilerini kalbimde hissedeyim istersin. Ama onlar leb demeden anlarlar ağzında gevelediğin leblebiyi. Hazine kutularından ihtiyacın olan mücevheri çıkarır, sanki bu zamanlar için saklıyormuşcasına sererler önüne. Sorgusuz sualsiz. Karşılık beklemeden. Vermek için. Sadece vermek...

Kolay bir çocukluk geçirmediğim günlerde bir umut evim vardı benimde. Küçük ve bahçeli. Karıncalarıyla adeta dost olduğum günlerdi. Dakikalarca tek bir karıncaya odaklanıp "şimdi nereye gidiyor..." diye gözlemlediğim ve kendimi -garip ama- onun yerine koymaya çalıştığım bol çocuk kokulu günlerdi. Evet bol çocuk kokuluydu fakat nedense doğuştan gelen bir içgüdüyle bu kokuyu saklamak zorunda olduğumu sandığım günlerdi. En güzeli ise, bu duvarlarından Orhan Gencebay sesleri duyulan, mutfağı mis gibi çörek kokan, göğsü mis gibi umut kokan sığınak evim vardı; özgürce çocuk olabileceğimi hatırladığım. Dedemin kalın kaşlarının altında şefkat vardı görrmesini bilene. Yayam (anneannem) ayaklı neşe, sevgi, cankurtaran, ümit, ve daha bunun gibi benzeri kelimelerle özetleyebileceğim bir kadın. Bugün kazık kadar bir kız, hatta evli bir kadın olmama rağmen soluğu cankurtaranımın yanında alıyorum. Ben gitmesemde o geliyor. Ben söylemesemde o anlıyor. Ben hayatın karmaşasında kendimi bile unuturken o beni unutmuyor. Ufak tefek vefasızlıklarımın hesabını yapmıyor. En zor zamanlarımda yine o hazine kutusunu çıkarıyorlar ortaya. İçinden ihtiyacım olan mücevheri seçiyorlar. 

Kâh kulağıma küpe yapıyorum, kâh bileğime bilezik.

Tanrı o umut ışığının sönmesine azla izin vermiyor.

İyi ki varlar...

İyi ki uzun yıllar yanımda olacaklar...

Yerlerini hiçbir koku, hiçbir ses, hiçbir yürek dolduramaz.


Goncagül "Torun"

7 Kasım 2012 Çarşamba

Kale Gibi!

Nasıl yoğunum!

Nasıl koşturuyorum inanamazsınız.

Bir kasabadayım bir aydır. Daha doğrusu bir kasabadayız. İlk kitabımı burada yazmaya başladım. Çok heyecanlıyım, ama buranın havası suyu tavuğu domatesi ömre bedel. İlham üstüne ilham yağıyor durduramıyorum kendimi. Tabii bu arada sevgilim beni yalnız bırakmadı. O da bu küçük kasabanın küçücük şirin evinde benimle beraber. Muhteşem fikirleriyle bana arada sırada destek oluyor. Derin hayalgücü kurguma kurgu katıyor, kitap cümle devrimi geçiriyor; o biçim yani.

Sabah erkenden horoz sesiyle uyanıyoruz! Güneş odamıza doğuyor ama siz öyle güneş var dediğime bakmayın. Burası gerçekten buz gibi! Mis gibi orman havasını içimize çektikten sonra çiftçilerin bizim için ayırdığı taze süt, yumurta, sıcacık ekmekler ve bal ile kahvaltı ediyoruz. Düğün tarihimizi de aldık bu arada. Gelinliğim de hazır. Tam istediğim gibi oldu! Birşeylerin rayına oturmuş olması içimizi çok rahatlattı. Kitabıma daha iyi yoğunlaşabiliyorum. Yaşadğım şehirden biraz uzak kalmak ve birnevi içim rahat bir şekilde sevgilimle hayal alemine dalmak çok iyi geldi...

Demeyi çok isterdim!!!

Ama dersem; hayalgücünün, atmasyonunun, geniş bakış açının allah cızırtısını versin deyip beni döverler. Tenhada sıkıştırıp bi güzel benzetir kuytularda cesedimi sererler.

Koşturduğum yok. Kitap mitap hak getire. Hele kasabaymış, kulubemsi güzel şirin mi  şirin evcikmiş, hepsi hikâye.
Henüz gelinliğim falan da hazır değil! 
Özlemler, kavuşup kavuşup beklemek zorunda olmalar içimizi cız bız yapıyor, bir süre kendimize gelemiyoruz hatta kendimize hiç gelemiyoruz. Kendimizde değiliz. 
Yalnız yoğun olduğum koca bir gerçek. Zihnim yoğunluktan patlayacak. Öyle bir durum ki bu anlatmaya çalıştığım; yaşamayan kesinlikle anlamayacaktır. Uyuyorsun. Daha doğrusu uyuduğunu zannediyorsun fakat beynin hep uyanık ve hep düşünmekte. Dolayısıyla ne zihnin uyuyor ne de bedenin dinlenebiliyor. Saat başı gözlerin açılıyor. Bir sağa bir sola dönerken bir düşünce bitip diğer düşüncenin ardı arkası kesilmiyor!

Durumlar böyle. Kötü değil. İyi. Ama yorucu...Bazen hiçbirşey yamamak daha doğrusu süreç nedeniyle yapamamak insanı oldukça yorabiliyormuş bunu anladım. İçimde herzaman bir Amélie Poulain taşıdığımı biliyordum, ama birgün içimde bir adet aşk-ı memnu Matmazeli, Kuzey Güney Kuzeyi, Muhteşem Yüzyıl Hürremi ve hatta Leyla ile Mecnun İskender'i taşımak zorunda olacağımı bilmiyordum.

Hayat işte. Dişini sımsıkı tutup sabretmeyi ve kale gibi sağlam olmayı öğretiyor! : )

Hepinizi çok seviyorum!

Goncagül "Latifeteyze"

30 Ekim 2012 Salı

Ardakalan

Ağzı açık, öylece duruyordu yerinde. Ne gelen vardı ne de giden... olamazdı da zaten, biliyordu. Aslında bildiği, ama yine de yüreğine söz geçiremediği o kadar çok gerçek vardı ki. Belki bu yüzden dünya içinde dünya yaratmıştı kendine. İtiraf edemedikleri yüzünden. Yalnızlığı ve geç kalmışlığından. Sebep aramayalı olmuştu hayli zaman. Faydası da olmamıştı gerçi hiçbir zaman... Şimdi bedeni gibi ruhu ve hayalleri de yaşlanmıştı. Ne bekledikleri gelecekti ne de hayalleri gerçekleşecekti.
Ağzı açık öylece duruyordu yerinde. 
Alt dudağı çatlamış, o bile koyvermiş kendi kendine kanıyordu. Ne sileni vardı, ne tükürüğüyle ıslatanı. 
Ağzı açık, öylece duruyordu yerinde. Bedbaht hallerde bakıyordu karşısına. Biri görse, boş bakıyor zannederdi belki ama, o baktığı duvarda neler vardı kimbilir. Ne yaşanmışlıklar ve ne umutlar. Ne pişmanlıklar gizliydi bakışlarında. Elleri üşüyordu. Sırtı üşüyordu. Kimse gelmeyecekti biliyordu. Kapıyı kimse vurmayacak, içeri girmeye çalışmayacak, sormayacak, çünkü soramayacak... Neler gizliydi bu duvarda? Artık ne bir tablo ne de bir fotoğraf asılı değildi oysa. Neden bu kadar mazi kokuyordu o halde... Neden sorgular gibi bakıyordu beklentili bakışlarını...
Ağzı açık, öylece duruyordu yerinde.
Elleri ve sırtı ısınmıyordu, ısınacak gibi de değildi. Hayalleri çatlak dudaklarından damla damla akarken, göz ucuyla aynadaki yansımasına bakmaya cesaret etti. Gözlerinin içine dalacak cesareti yoktu eskisi gibi. Bakışları haritalaşmış yüzüne takıldı... Her bir çizgisinde yolculuğa çıktı, her çizginin sonunda birini bıraktı. Her çizgiye bir damla gözyaşı akıttı. Her gidenin ardından su dökercesine, belki geri döner dercesine...öyle istercesine. Kimse gitmemiş, kimse ölmemiş, kimse terketmemiş gibi. Birazdan biri, çok sevdiği biri kapıya vuracakmış gibi. Öyle delice istedi ki bunu ve öyle yandı ki ciğeri...
Ağzı açık öylece duruyordu yerinde kadın.  Geride kalan olmanın yalnızlığı her gece üzerine batıyordu ve her sabah yine o'nda doğuyordu. Kelimeler zihninde dün ile bugünü birbirine karıştıracak güçteyken o nasıl cümle kuracağını bile unutmuştu. Sahi, konuşmayalı kaç vakit olmuştu...
Ağzı açık, öylece duruyordu kadın. Kadınlığından birhaber, insanlığından birhaber, yalnızlığından ürkmüş, soğuk, ve dilsiz...

23 Ekim 2012 Salı

Kabul Görme

Acaba diyorum kendileri de yoruluyorlar mıdır? 

Hani şu koşup koşup birtürlü bir yere varamayanlar. Hani bir hedef belirleyip ulaşınca yetinemeyenler. Kendi içlerindeki deryanın derinliklerinde boğulurlarken suyu oraya buraya püskürten, ama tatmin olmayanlar. Hani hiç aynaya bakmayanlar, yoruluyorlar mıdır?

Yaklaşık iki üç aydır düşünüyorum düşünüyorum yine ne kadar çok üzerinde duruyorum. Ne kadar çok başkalarının 'nedenlerini' araştırıyorum. Halbuki zaten baştan beri bildiklerini neden sorgular ki insan? Zaten özümsediklerini, alıştıklarını, emin olduklarını ve hatta canlı kanlı görüpte şahit oldukları neden şaşırtır ki? Belki de bunun adı şaşırmaktan ziyade tastiktir. Üstüne basa basa anlamak, altını çizmektir. Etrafta olup bitenlere inat, söylenen şuursuz laflara inat keskin bir meydan okumaktır gidişata. Uymamaktır onlara. Bir kaç kendini bilmezden oluşan o trene binmemektir. 

Kabul koyduk adını. Kabul ettirme çabası. Kendini kanıtlama isteği, doymak bilmeyen ispat çabaları. Birçok kişi gidiyor diye gidilen cafeler. Heryerde etiketlenip, heryerde fotoğraf çekinip, sürekli 'ben de varım' çığlıkları. Peki nereye kadar diye sorduk birbirimize Çağdaşla...İnsanoğlu ne zaman doyuyor? Amacına ulaştığında geriye ne kalıyor? Peki ya ulaşıyor mu? Cidden yalan dünyalarının içinde o kadar güzel parlıyorlar ki... Bir an için insanın inanası geliyor. İnanmak istiyor. Sonra çok geçmeden farkediyorsun aslında uçurumun kenarında durduklarını. Hiçbirşeyin kıymetini bilmediklerini, bilemediklerini. Belki de bu yüzdendir ki saklanıyorlar son model telefonlarının arkasına. Sanırım bu nedenle 'onlardan' olabilmek için bölünüyorlar üçe beşe.
Kabul dedik, öyle başlık attık. Fakat en önce kime ve niçin kabul ettirmek istediklerini bilemedik...

Oysa hepimizin zayıflıkları var. Hepimiz yanlışlar yapıp düzenin kurbanı olduk. Bazen hiçkimseye ihtiyaç duymadan, sadece kendi benliğimizin karanlığında kaybolduk. Ama diyorum; kusmalı içindeki bilinmez karanlığı o farkındalığa eriştiğinde. İtiraf edebilmeli. Rahatlamalı. Onlardan değil de sade ve sadece kendi sahip olduğun ruha sımsıkı sarılabilmenin tadına varmalı doya doya. Özgürce!

Emin olduğumuz şu ki o kalpler hiç bir zaman tatmin olamayacaklar. Tamahkarlıkları devam ettiği sürece iğnenin ucu hep kendilerine batacak. Çünkü özdür önemli olan. 'Onlardan' olmaya çalışırken sonu olmayan saçmalıklarla bezenirken, kendilerinden verdikleri ödünlerden sonra koca bir hiç olarak kalacaklar. Ve bu boşluk, yine yeniden hiç dolmayacak. Doldurana kadar ugraşacaklar...Doldurabilene kadar. Yani, hiçe doğru yolculuktalar. İflah olmayacaklar.

"Bulduğum tek şey: Tanrı insanları doğru yarattı, Oysa onlar hâlâ karmaşık çözümler arıyorlar." ~Vaiz 7:29

Goncagül "Gözlem"


19 Ekim 2012 Cuma

İstanbul

Kaç tane başlık var böyle, kaç yazı...
 
Kaç yaşanmışlık kaç dilde yazıldı bu şehirde...
 
Kaç yüzü tanır, kaç maske taşır...
 
Bu rengarenk gibi görünen tek renkli şehrin deniz suyu tadındaki masalları bile dinlenilir. Beslenirsin her yürekten. Yeni bir hayat öğrenir bir yaşına daha girersin. İstanbul bu; sağı solu belli olmayan ama herkesin aynı istikamete yolculuk ettiği şehir. Kadın şehir. Büyülü ve bazen bir o kadar yalancı.
 
Yorgundur İstanbul kadını. Sancılıdır bazen, yeni hikâyelere gebeyken. Ve fakat doğurduğu hiçbir hikâyenin sonu yoktur. Sürer gider...hiç bitmez. Herkes aynı tatta yaşamaz bu şehri. Farklı güzergâhların değişik kalpleri uzun bir serüvenin ya kurbanı olur, ya alacaklısı ya da hiçbir zaman hiçbir şeye doymayanı.
 
Çöpçüsü de İstanbul kokuyordur, yazarı da. Tinercisi de İstanbuldur, sanatçısı da...
Herkesin İstanbulu içindedir; kendincedir, yüreğine uyarlanmıştır.
 
İstanbuldur bu; bazen bukalemun, bazense bir tokat gibi inen şeffaf koca bir gerçek.
 
Benim İstanbulum demli çay kokuyor. Aşk kokuyor benimkisi.
 
İstanbul içimde, yanımda, hem gerçek hem rüya....
 
Goncagül "Yakamoz"

30 Eylül 2012 Pazar

Herkes

Var olmak...

Olması gerektiği gibi olmak. Nedir peki olması gerektiği gibi olmak? Neye göreydi ve kime göreydi? Nasıl olunmalıydı, dersi nerede alınırdı...

Bir kaç parçaya bölünmek yani. 

Evlat olmak. Kardeş olmak. Abla olmak. Ağabey olmak. İşçi olmak. Patron olmak. Eş olmak. Dost olmak. Anne olmak. Baba olmak. Öğretmen olmak...

Tek seferde birkaç tane rolde olmak çok mu kolaydı? 
Peki bu 'içerden gelen' bir his değil miydi?...

**

Bir yavrunun duyduğu anne kokusu içgüdüsel değil mi?
Bir kadın, çocuğunu kollarına alana dek anneliğin ne olduğunu bilebilir miydi? 
Yıllar yıllar önce bebeklerini sarıp sarmalayan, gül gibi bakan, 'kocakarı' dediğimiz ilaçlarla bir yaşa getiren, eğiten, sevgiyle kucaklayan anaların elinde  annelik kılavuzları mı vardı?


Dün bir animasyon filmi izledim. Kız prensesti ve kraliçe annesi kızına bir prensesin nasıl davranması gerektiğini hatırlatıyordu her fırsatta. Nasıl yemek yemesi gerektiğini, nasıl selamlaşması gerektiğini, nasıl giyinip nasıl yürümesi gerektiğini, söylemesi ve söylememesi gereken cümleleri,... 
Kendi doğrularını ve yanlışlarını kızına aşılamaya çalışırken beklentilerinin ne kadar bencilce olduğunu anladığında çok geç kalmıştı. 


Peki sen ne yapıyorsun? Olması gerektiğini düşündüklerinin gerçekten olması gerektiğine inanıyor musun yoksa bunlar sadece senin beklentilerin mi? 
Peki sen nasıl seviyorsun? Karşındakini sevdiğin şekilde sevilmeyi beklediğinin farkında mısın? Yoksa, herkesin kendi doğruları ve yanlışları ile var olmaya çalıştığını ve her bireyin sevgisini farklı şekillerde gösterebileceğini anladın mı?

İşte ben buna koşulsuz sevgi derim. 

Bu yaşa gelene kadar oluşturduğun hayatın içinde doğruların ve yanlışlarınla kendine bir dünya yarattın. Ama beklentilerini hep kendi kişiliğine uyarladığını farketmedin. 'Olması gerektiğini' sandığın bütün doğruların olmadığında ne kadar yanlış kişilerle paylaşımlarda bulunduğunu düşündün. Sadece sevildiğini sürece sevdin, ya da sevildiğin şekli sevmedin...

**


Önce bir bağ oluştuktan sonra sevgi oluşmuyor. Sevgi varsa güçlü bir bağ oluşuyor. Sevgi, burnunun ucu kadar kısa mesafeli değil oysa. Sevgi karşındaki kişinin yürüdüğü yolları anlamakla başlıyor. Sevgi, karşındaki yüreğin nasıl attığını kavramakla başlıyor. Gerçek sevgi, beklentilerinin dışında farklı hayatlarla oluşturabileceğin görünmez bir bağ ile bağlanıp TEK olmayı başarmakla devam ediyor...
Karşındaki insanı bütün farklılıklarıyla benimseyip bir olmakla sağlamlaşıyor. 
Kadın olmak, bu zor ve meşakkatli yolda kocasını, yavrusunu, anasını ve babasını, kardeşini ve dostlarını oldukları gibi görüp ona göre şekil almayı gerektiriyor...muş.


Seviyorum bu, bazen acılı ama sonu tatlı olan değişimleri. Ve bana inandığı için doğru yöne itip büyüten Sevdiğimi. Sevdiklerimi.

Goncagül 'Petite'

20 Eylül 2012 Perşembe

Saldırı


Bir köle,  hayvan, dilsiz-sağır biri gibiydi ama kadın değildi. Asla kadın olamazdı. Bir kadına bu yapılmazdı. Ve bir kadın, böyle hissetmemeliydi.

Omuzlarında ki tırnak izlerinden damlayan kan bedenini  yakıyordu. Ağlamak istiyordu ama yüzünü kalleşçe kapatan o eli indirmesi mümkün değildi. Genzini yakan bu sesiz çığlıklar başını döndürüyordu. özellikle üstündeki o bir çift gözle karşılaşmamak için başını bir sağa bir sola çevirip duruyordu. Saç diplerine kadar duyduğu bu acı karabasan gibi üzerine çullanmıştı. Hareket edemiyordu. Hareket etmesi olanaksızdı. Bir dağ gibi demek isterdi ama bu kelimeyi bunun için kullanamazdı. Dağ demek yiğit demekti. Babası olabilirdi mesela. Ağabeyi de. Dağ gibi adamdı onlar. Lâkin bu yaratık dağ gibi olamazdı. Biraz daha çırpınsa altından kalkabilir miydi? Bilmiyordu. Etrafına baksa onu kurtaracak bir cisim ya da birilerini bulabilir miydi? ‘Elime geçse...’ diye düşündü. .. ‘elime bir şey, herhangi bir şey geçse şu an öldürebilir miyim?’...


Ağırlık; kalbini, ruhunu, zihnini, kadınlığını, yani bütün varlığını delicesine ezerken aklından geçenleri değiştirdi...bu kâbustan kurtulmanın başka yolu yoktu.


Artık orada değildi. Pis bir kokunun kurbanı olurken ruhunu göçebe misali bırakmaya karar verdi. Galiba adı çaresizlikti. Yüreğini böylesine acıtan bu durumdan kurtulamayacığını anladığında parmağını bile oynatmaktan vazgeçti. Oynatamadı.

Ve gördü. Çocukluğunu gördü. Çok uzaklarda biryerlerde hâlâ temiz kalabilmiş bir kaç insan gördü. Babası hiç kıyamadığı kızının saçlarını okşuyordu. “Canım kızım...” diye seven güçlü sıcak elleri güven doluydu. Dünya yıkılsa ona bir şey olmayacak, babası kötülük olmasına hiç izin vermeyecekti. Annesini gördü. Hiçkimse de olmayan kokusunu  hayal etti. Avuç içlerindeki kendine has kokusuyla sabun kokusunun karışımı tüttü burnunda. Anası tüttü burnuna...Yumuşacık göğsünde, tertemiz aşk acıları çekip ağladığı günleri anımsadı. Kızkardeşini gördü. Henüz küçük ve savunmasızdı. Ve henüz güveniyordu herkese... seviyordu herkesi. Nefreti tatmamış; aldatılmak ve terkedilmek yoktu sözlüğünde. 

Yaşadığı bütün güzellikler gözlerinin önünde birbir canlanırken, canavar ortadan kaybolmuştu.


O andan itibaren, bir başkasının günahı onun etine leke gibi yapışmıştı. O andan itibaren canavarın adı bile geçmiyordu, geçmeyecekti. Herkes konuşuyordu ama asıl haykırması gereken susuyordu. Söyleyecek çok sözü varken acısını tarif edemeyeceğinden korkuyordu belki de. Ya da birilerinin yine, yeniden onu suçladığını duymak istemiyordu. İnsanların tıpkı o canavardan farksız olabildiklerini görmek istemiyordu. Duymak istemiyordu. Tek istediği bu düzenini bir türlü anlayamadığı hayattan kopup gitmekti. Bu kadar alçalabilir miydi insanlar... bu kadar kaybedebilirler miydi insanlıklarını?

İnsan olmak, öğrenilebilir bir ders miydi?

Birileri çıktı ‘kadın tecavüzcüsüyle evlensin’ dedi.


Birileri hep kararlar verdi. Hiç düşünmedi. Hiç hissedemedi. Empatiden yoksun, anlayışı sıfır, hatta ve hatta uzun lafın kısası insanlıktan nasibini alamamış varlıklar bu hayatları hiç mi hiç önemsemedi.

O kız, günbegün, senebesene ruhunda taşımak zorunda kaldığı koca kara delikle kalakaldı koca dünyada. Madurken suçlu oldu. Masumken eksilttiler onu...

Kimse sormak istemedi. Herşey gibi bu da geçer dedi. Biri gelir ve unutturur dedi.

 Unutulur du elbet. Biterdi elbet. Soğurdu elbet. Kurtulurdu elbet. Ama bu ruhun, bu koca kara deliği kapatabilmek için insana ihtiyacı yoktu...


Tecavüze uğramanın sadece bedene yapılmış bir eziyet olduğunu düşünen bütün zihniyetlerin bir gün uyanmasını umuyorum. Tecavüzün sadece bedene değil de, ruha, yüreğe, beyine, bütün hayatına edilebileceğini anlamalarını umuyorum. 


Ve bugün, sözümona ADALET savunucuları olan savcıların ve de hakimlerin sunduğu ‘kadın tecavüzcüsüyle evlensin’ gibi çözümlerin sunulduğu bir ülkeye Rab merhamet etsin!

Goncagül “Bakış”