Adımlarıma Işık

30 Aralık 2010 Perşembe

Buruk girerim ben yeni yıl'a

Ondan sonra da bu kız neden hep olumsuz yazıyor. Küfür etmek istiyorum. Ettim.

Bir yeni yıl yazısıyla daha huzurlarınızdayım. Ben yeni yıllara buruk buruk girerim böyle. Buruk buruk. Kırgın, kızgın yahut öyle birşey değil. Buruk işte.

Her yıl bin türlü istek sıralar her yıl birşeyler dileriz. Yeni dilekler dilediğimi zannetsemde yapmak istediklerimin yarısından daha azını yapmış olduğumu farketmem fazla uzun sürmüyor. Bu yüzden yeni bir listeyle daha can sıkmak istemiyorum. Kendi canımdan bahsediyorum.

Vazgeçmediğim ve kolay kolay vazgeçemeyeceğm tek arzum olan o mavi kemana birgün kavuşmak dileğiyle başlıyorum.

Bu yıl hiçbir şey dilemiyorum. Ne insanlardan bir beklentim var, ne de çok olmasını istediğim bir olay. Vazgeçiyorum bu yıl. İsteklerimi, aslında çok eskiye dayanan düşüncelerimi 2010'a taktım, yarın saat 00:00'de yok edeceğim. 2011 bana sağlık, çok para ve huzur getirme. Ne yaparsan yap. Zaten ne yaparsan yapıyorsun onu bunu istemek, klişe laflar söyleyip milleti ve hayatı süslemek anlamsız. Ne aklımdakiler doğru, ne hissettiklerim doğru, varsa yoksa yanlış olayların içinde binbir tane soru. Sonra çıkar birileri anlamsızca ve sebepsizce altüst eder biryerleri. Neden bitmiş birşeyin üzerine gidilir? Neden gidenin ardından bakılır? Neden sürekli birşeyler istenir ya da neden artık hiç alakam olmadığı halde bulunurum...

Berbat bir 2010'un ardında bıraktığı berbat bir ben. Toparlanmaya çalışıp doğru bildiği yolda Tanrı'nın yardımıyla düşe kalka ilerlemeye çalışan bir insanın önünde köstek olan bazıları. Neden?

2011 bize ayna getirsin.

Aynaya baksın herkes...

Goncagül "2011"

29 Aralık 2010 Çarşamba

Etiket

Almışım Reggae Greats albümünü elime... çıkarmışım cd'yi içinden... takmışm bilgisayarıma... altıncı şarkı Now That We've Found Love çalmaya başlamış bile. Mutluluk budur işte. Douceur de l'enfance, yani çocukluğun yumuşaklığı ( saflığı olarakta çevirebiliriz) adlı tütsümü de yakmışım. Odam buram buram çocuk kokuyor şimdi. İçimdeki çocuğu saldım dışarı keşler gibi bir o yana bir bu yana salınıyorum. Hayatımın büyük bir kısmını işgal eden bu rasta, reggae ve koyu kırmızı merakı hiç bitmeyecekmiş gibi görünüyor. Ne rastaya ne de piercing'e izin vermeyen babanız da varsa harika. Evet ben hâlâ babasının sözünü dinleyen uslu bir kızım. Keşke bu rasta ve piercing konusunda dinlememezlik yapsaydım da diğer hatalarımda dinleseymişim, o da apayrı bir mesele. Herneyse.

Dün birileri hasta ruhlu olduğumu söylemiş. Ben de üzülüyordum beni anlayan hiçkimse yok diye. Çok teşekkürler bilinmeyen arkadaş, sayende bu kaygılarımdan sıyrıldım. Hasta ruhluyum elbette. Bu yüzdendir ki kendimi beni tedavi edebilecek ellere bıraktıyorum her seferinde. Peki  sen bana hasta ruhlu olduğumu söylerken neler hissediyorsun? ya da hâlâ birşeyler hissedebiliyor musun? veya düşünebiliyor musun bunları bir gözden geçirmeni isterim. İçin rahatlayacaksa şunu da ekleyeyim; evet kimi zaman takıntılı ve paranoyak bir insanım. İnsanım en nihayetinde. Herhalde sen benim yaşadığım en ufak-tefek sorunları yaşasaydın bugün bana kafa tutuyor olamazdın. Olsun. Ben yine de seviyorum seni ve benimle ismini saklayarak uğraşmanı. Bak aslında yine yaptın yapacağını. Senin hakkında tek kelime yazmamak için kendime söz vermiştim, duramadım. Sana Boom Shack-a-lak parçasını armağan ediyorum. Güle güle dinle.

Bugün ajansa sanki bira içmekten göbek yapmış uzun boylu bir adam geldi. Thailand'a gitmek istiyormuş. Birkaç bilgi topladıktan sonra anlamsız esprilerinin ardı arkası kesilmedi. Ben pek oralı olmadım tabii. Yanında nedense Pakistanlı olduğunu düşündüğüm ( üzerindeki baharat kokularından olsa gerek ) bir adam vardı. Yani zenci denebilecek kadar siyah olmasına rağmen burnu zenci olmadığını ele veriyordu. Uzun uzun ikisini izledim. Anlattıklarını pek dinlemedim. Zaten onlarla Carine ilgileniyordu. İşleri bittikten sonra yeni yılımızı kutlayıp ajansı terkettiler. Carine meşhur Jennifer Aniston edalarıyla bir iki şaka yaptıktan sonra "işte bahsettiğim komşun bu adam.." dedi. "Ne yani bu Rudy miydi?" diye sordum, "evet.." dedi. Bu daireye taşınalı iki sene oluyor ve ben bu adami birkere bile görmedim. Kaldı ki adam Carine'in daha önce anlattığı gibi hiç te eşcinsele falan benzemiyordu. Ve işte tüm mesele buydu....

Çocukluğumdan beri gördüğüm her insanın, her cisimin, her hayvanın ve her eşyanın ardındaki gizem kapısını aralamaya çalışmışımdır. Kulağa ( ya da göze ) saçma geliyor olsa bile bu böyle. Eğer bomboş biryerin fotoğrafını çekersem fotoğrafta herkesin göremediği birşeyleri görüp yeni birşeyler bulabilirim diye de düşünürdüm. Bırakın gizemli olmasını, en ufak bir merak uyandıracak yapıda olmayan şeylerin bile arkasında mutlaka ilginç bir durum olmalıydı. Çocukluğundan beri hayata bu şekilde yaklaşan bir kızdan sıradan şeyler beklenemezdi zaten... Hah, bu yüzden büyüdükçe vahimleşen bu durum yaşadığım tecrübeler ile de pekişince, markette deri ceketiyle gezen yakışıklı bir adamın aslında bir seri katil olabilme olasılıklarını hesaplayan bir insan haline dönüşmemi çok yargılamazsınız herhalde. Yargılamayın. Bu öyle engellenebilir bir olay değil zira. Yani durdurmaya çalışıyorum tabii kendimi. Şu hayal gücüme ve beynimin içinde dolaşan superkahramanlara stop demeyi ben de çok istiyorum, ama ozaman tadı çıkmıyor. Fakat işin en eğlenceli ve bir okadar trajik tarafı da insanların gerçektende göründükleri gibi olmadıkları. Mesela, yolda kot pantolonu yırtılmış, kir-pas içinde dolaşan esmer ve sakallı bir adam gördüğümzde hemen yapıştırıyoruz etiketi. O adam kesinlikle evsiz ve pezevenk olmalı! Tamam neden sansürlemediğim hakkında bir fikrim yok. Böyle daha samimi geldi. Yani şimdi pezevenk yerine p ..... k yazsaydım daha sahte olacaktı. O yüzden. Samimi olalım diyorum ben. Konuya dönmemiz gerekirse, en az nefret ettiğimiz insanlar kadar nefret edilesi insanlarız. En az onlar kadar anlayışsız, kör, takıntılı, paranoyak ve ruh hastasıyız. hiçkimsenin hiçkimseden bir fazlası bir eksiği ya da kısaca bir farkı yok aslında. Siz kendinizi nasıl göstermek istiyorsanız öyle gösteriyorsunuz. Bu sebeptendir ki biri ters birşey söylediğinde, yok pardon, gerçeği söylediğinde ve bu size ters geldiğinde içten içe bir gücenme söz konusu oluyor değil mi? saklama. Bari kendini kandırma. Bizbizeyiz şurada. Yapıştırdığımız etiketlerde yanılabileceğimizi düşünmeyiz hiç. Önyargı budur işte.

Öte yandan, tıpkı bugün benim eşcinsel olduğuna birtürlü inanamadığım Rudy tarzı insanlar vardır. Dış görünüşünden 'normal' bir insan olduğuna kanaat getiririz. Ne garip değil mi. Herşeyi açık-seçik ortada olana, net olana, sakıncası ve çekincesi olmayana şak diye yapıştırırz. 'bizim' gibi normal görünenlerede bir ton hoşbeş çekeriz...

Sizin adaletinizi...

Goncagül "Dobraca"

25 Aralık 2010 Cumartesi

Hikâyesi olmalı şarkıların


Nadiren aynı gün yazıyor olsamda...

Her şarkının bir hikâyesi olmalı. Her şarkı klipsiz olmalı. Özellikle sevdiğim şarkıların klibini hiç izlememiş olmalıyım. Mesela Demir Demirkan'ın Aşktan Öte parçasının klibini hiç izlememiş olmayı tercih ederdim. Hayallerimi yıkan saçma sapan, şarkıyla pek alakası olmayan seksapel bir klibe ne gerek vardı ki? Zaten hangi gerizekalı çekmiş bilmiyorum, öğrenmekte istemiyorum. On numara bir şarkının iki tane çıplak kadına ihtiyacı yoktu. O siyah-beyaz klipte sadece Demir Demirkan'ın kel kafasını izlemek durumunda kalsaydık daha güzel olurdu kanımca. Neyse bu benim fikrim tabii.

Ne diyordum, her şarkının bir hikâyesi olmalı. Severek dinlediğim her şarkının bir kokusu olmalı. O koku herkese farklı kokmalı. Bazı şarkılar bir-iki yıl raflara kaldırıldıktan sonra cesaret edip tekrar indirilmeli, dinlenmeli. Dinlerken kalbi birgüzel yoklamalı. Hâlâ acıyorsa bir süre daha kaldırılmalı ortadan. Olmadı benim gibi üzerine üzerine gitmeli. Yaşanmış hikâyeleri, ya da maalesef henüz hiç yaşanmamış şeyleri üstüne etiket gibi yapıştırıp el altında tutmalı. Asla büyüyü bozmamalı. Şarkı dünyanın en güzel işkencesi...

Bazı şarkılarsa kavuşmak gibidir birine. Uzun samandır görmediğin ve deli gibi özlediğin birisine sarılmak gibidir doya doya. Gözleri kapatırsın, ellerini yanaklarının üzerine koyar öylece dalıp gidersin. Şarkı kokudur. O'dur. Sensindir. Geçmiştir, gelecektir. Gelecek midir gerçekten....

Ve işte bu şarkı da benim rafımdan... http://fizy.com/#s/1i683a

Goncagül "Son"

Adsız Anonim

Sevgili aslında değişik ama benim hep aynı kişi sandığım anonim insan,

Küçükken sevdiğim şarkıcıların kasetlerini satın alırdım. Belki o zamanlar internetten albüm indirebilme imkânım olsa bile yapardım bunu. Sevdiğim şarkıcı'ya para kazandırma isteğimden ziyade, uzun yıllar albüm kapağı fotoğrafıyla birlikte yanıbaşımda dursun diye yapardım. Siyah bir radyom vardı. Oldum olası şarkı dinleyip söylemeyi çok sevmişimdir zaten. Kendi kendime şarkı bestelemeye çalıştığım zamanlar bile olmuştur. Yazıp ölümsüzleştirmeye çalışmadığım, anında unutulmasını istediğim şarkılar. Aldığım kaseti heyecanla radyonun içine takar, kapağını kapatır, radyoyu kucağıma alır, bazen lahana turşusu eşliğinde oturduğum bej halının üstünde radyonun siyah peteğinden çıkan sesi görmeye çalışırdım. Radyonun içinde insan olmadığını bilirdim. Öyle garip imajinasyonlarım olmadı hiç. Gerçek üstü hayallerim de olmadı. Ben hep varolan ya da birgün varolabilecek şeylerin hayalini kurdum. Varsayımlarımda bu yöndelerdi. Velhasıl, bundan kaçmaya çalışsamda galiba herzaman gerçekci oldum. 'Anonim' yazısını da ilk olarak aldığım kasetlerin şarkı sözleri kısmında besteleyenler bölümünde görmüştüm. O vakitler ufak aklımla Anonim'i bir kişi olarak zannediyor olmam bana yettiğinden hiç kimseye 'Anonim' nedir veya kimdir diye sorma ihtiyacı duymamıştım. Kaldı ki ben çocukken çok az soru soran, kendi keşifleriyle ya da keşfettiğimi sandığım şeylerle yetinmeye çalışırdım. Hoş, benden önce keşfeden bir insanın keşfettiğim şey ile alakalı benden ne gibi üstün bir düşüncesi olmuş olabilirdi ki? Ta ki büyürken, aşağı yukarı aldığım her kasetin şarkı sözleri kısmında aynı şey yazana kadar.

Bilinmeyen...

Bana 'anonim'in bilinmeyen olduğunu kimin öğrettiğini şu an hatırlamıyorum. Hatırlasaydım o'na gidip bilinmeyenleri bildiğimi zannediyorum deyip dert yanabilirdim. Anlamadığına eminim. Okuyup okumadığından şüpheliyim. Her anonim'i sen zannediyor olmam ( ki bu durumda eğer sen, sen değilsen, kimden bahsettiğimi anlamayıp benim 'o' sandığım insan da senin için baştan aşağı bir anonimdir) ya da hiçkimse zannetmeyip her anonimlik durumlar karşısında yin aynı anonimin sözkonusu olduğunu zannediyor olmam pekte bir blinmezlik hali yaratmaz oldu. Anlayacağın, anonimliğin heyecanı, merakı, gizemi vesairesi kalmadı. Hatta affedersin ama, boku çıktı.

Dün Formspring zımbırtısından ( kendi kullandığım bir websitesine zımbırtı diyor olmam da başka bir yazı konusudur) gelen bir başka ( ya da aynı) anonim'den gelen gayet ilginç soru beni şaşkınlık içerisinde bıraktı ve bardağım taştı. Kim olabileceği konusunda en ufak bir fikrimin olmamasıyla birlikte artık zaten kim olduğunu düşünmüyor, ne yapmaya çalıştığını düşünür oldum. Herneyse. Her ne kadar bu anonim meselesini kendim halledebilecek olsam da hiç bir işe yaramayacağını düşünüyorum. Anonim olarak soru sorulmasını engellediğim vakit, ismini vermek istemeyen takipçimin kendisine ait olmayan bir isim ile soru sorması çokta zor değildir zannediyorum. Mevzu bu değil zaten...

Bazı anonim arkadaşların, -ki belki hepsi aynı kişidir- amacının soru sormaktan çok beni delirtmek olduğunu düşünmeye başlıyorum. Zira yaşadığım yeri bilipte bana on dakikalık uzakta olan bir mahallede kiralık ev var mı diye soruyor olmasının başka bir açıklaması yoktur.

Hadi bunuda geçtim.

Gelelim yıldızlı "tanıdık" anonim arkadaşıma. Sana yıldızlı bir teşekkür edeyim :-)

Goncagül "lahana turşusu"

23 Aralık 2010 Perşembe

Kanarsın, Kalbim...

Yorulunca yaslanacak bir beden ararız. Susmak isteyince, susarken bizi anlayacak bir çift göz dikkatle bizi izlesin isteriz. Kendimizi çaresiz hissettiğimizde saçlarımızı usulca okşayacak bir el ararız. Dokunmak, duymak ve görmek isteriz. Bütün bunların daha üstünde olan bir güç vardır oysa. Tüm o duyguların daha fazlasını verebilecek ve hissettirebilecek çok Yüce bir güç vardır. Başlangıçtan beri vardı.

Herşeyin harika gitmesini beklemek saçmalık olurdu zaten öyle değil mi? mutlaka biryerden patlak verir. En kötüsü de kendi elimle patlatmış olmam galiba. Tekrar kapanacağına inansamda patlamış olması yeterince üzücü. Kendi kendime verdiğim sözlerin haddi hesabı yok zaten. Bu kaçıncı? anında pişman oluşlarımda cabası. Sanki iki el tepemde beni kukla gibi oynatmak istiyor ben de boyun büküyorum. Sanki buna mâni olamıyorum. Oysa zayıf anlarımda yapılacak iş belli. Neden yapmazsın o zaman a benim salak kızım...

Ben bu hafta öylesine yorgun, öylesine bitkin, öylesine stresli ve de öylesine huysuzum ki, hergün yazılası mevzular olsa bile erteleyemediğim tek şey yemek yemek oluyor. Bence bu çok komik. Hadi gülelim...

Olmayan birşeyi var zannetmek ve hatta emin olmak, sonrasında ise aslında öyle olmadığını net bir şekilde görmenin vermiş olduğu bir budalalık hali yaşıyorum. Budalayım. Gerçekten bazen, hatta çoğu zaman bir budala gibi davranıyorum. Velhasıl büyüdüğümü sanıp millete caka satsam da ben hâlâ ilginç ve bir okadar fantastik hayalleri olan kırmızı saçlı bir kız çocuğuyum. Hani  bariz ortada olan şeylerin aksini düşünmek, aksini hayal etmek ve en kötüsü de sürekli beklentide olmakta neyin nesidir ? Hadi kendi salaklığım bir yana, herkes mi benim gibi salak arkadaş? nasıl beklersin herkesin senin gibi bir kafa yapısının olmasını? dünya senin etrafında dönmüyor güzelim uyan deyip saçlarımı yolasım var. Kendi kendimi cezalandırasım var. Onlara "sen kendini yorma ben kendi kendimi hırpalarım" diyesim var. Tabii bunların yanısıra kendimle gurur duyduğum birkaç şey de yok değil hani.

*Bir aydır hiç durmadan yağan kar hertarafı buz etti. Beyaz renkler psikolojimi bozdu, ama ben yıkılmadım ayaktayım. Ayrıca penguenlerin neden çarpık yürüdüklerini de keşfettim. Bu şekilde düşme riski daha az oluyormuş. Elli kere kayp düşme tehlikesi yaşasam da, bunu yaşarken düşecekmiş gibi olup tuhaf sesler çıkarsam da, düşmedim! Düşmem Kenan düşmem...

*İsimsiz olsa da Hürriyet gazetesi'nde iz bıraktım. O bile yetti bana. Övünmek gibi olmasın diye yazasım yoktu ama yazayım da heyecanımı, sevincimi paylaşayım dedim. Bildiğin yav...lık yani. böyle noktalara sansürleyince daha terbiyeli hal alır bu yazı. Başka nedeni yok.

*Bol naneli yayla çorbam ananeminkinden ve anneminkinden daha güzel oluyormuş. Ben demiyorum.

*

Daha var sandınız galiba. E yanıldınız. Ben kendimle çok gurur duymam. Renkli çoraplarım ve yukarıda saydığım saçmalıklar haricinde tabii. 

Evet... Üzgünüm. Böyle bağıra bağıra ağlayasım geldi hatta. Ama susarak yapasım var. Susarak yapacağım. Van'da bambaşka ve zor şartlarda yaşamını sürdüren manevi erkek kardeşim Doğuş'u anımsayarak dinleneceğim. Öğretmeni Seyit Enver'in "burdan istediğiniz bir şey var mı?" sorusunu düşünüp insan nasıl insan olur? diye düşünüp üzerine uzun uzun yazacağım. İnsan en çok ne zaman yalnızlaşır, oysa yalnızlık Tanrı'ya mahsustur öyleyse bizim hissettiğimiz bu garipliğin nedeni nedir, hepsini tek başıma düşüneceğim. Sonra delirmeyi ümit ediyorum. Akıl ile çekilemeyen mevzular söz konusu çünkü.

Şu an Müslüm Gürses'den Kalbim'i dinliyorum. Hepinize armağanım olsun.

Goncagül "Red-di diyar"

17 Aralık 2010 Cuma

Durmak lazımdır bazen...

Hayatın aynı tempo'da gittiğini zannetsek de değişir hergün. Aklımızdakiler de yaptıklarımız da farklıdır. Zaman kendine benzetir insanı. Öylece akıp gidersin, ne vakit ve nereye olduğunu bilmeden. Kalakalırsın bir ara. Oraya nasıl geldiğini ve nereden geldiğini düşünürsün uzun uzun. Hatırlamak zordur bazen başladığın yeri. Nerede hata yaptığını, gerçekten de hata yapıp yapmadığını ve buna benzer bütün soruları gözden geçirir kendinle yüzleşmeye çalışırsın. Genelde hüsrana uğrarsın. Hatırlamak istemediklerin yüzünden, kendine bile itiraf etmekte güçlük çektiğin gerçeklerin yüzünden. Bir sabah kafana koyup "Herşeyi anlatacağım..." sözü verirsin kendi kendine. Hayatında en çok güvendiğin, sorgusuz sualsiz herşeyini anlatabileceğin bir insan seçersin. Çok düşünmezsin. Kendini bildin bileli vardır zaten öyle biri. Benim annem mesela. "Gel sana birşey anlatacağım..." diye başlamadan anlatırım çoğu zaman. Bir sır verdiğimi ya da çok derinlerde beslediğim, büyütmekten korktuğum saçmalıklarımı öylesine şeylermiş gibi ortaya atarım. Rahatlarım. Yüreklendiren, bazen sahiden dinlediğine inanamasamda dinleyen ve seven bir annem var. Kuşkusuz 'herkesin' annesi de böyledir değil mi?

Böyle rahat rahat içimi dışımı anneme dökebiliyorum diye aldanmasın hiç kimse. Kapalı bir kutuyum ben. Kutumun içinde biriktirdiklerime ve onları varlıvakitsiz hiç olmadık yerlerde ortaya dökebilmeme ben de şaşırıyorum. İnsanın kendi kendine ve zaman zaman kendi söylediklerine şaşırması ne kadar da tuhaf öyle değil mi? Birilerini teselli edebilmek için "geçmişe mâzi geleceğe niyazi" cümlesini defalarca kurmuşluğum vardır. Ama bugün ve yarınlarımda karşıma çıkacak olan herhangi bir şey de dün'e ait izler bulmakta ve üzerine dakikalarca düşünmekte üzerime yoktur. Son zamanlarda bunu daha az yapmaya çalışsam ve başarılı olsam da tam olarak sıyrılmış sayılmam. Yine de, son günlerde aklıma hücum eden gereksiz fikirlere bir DUR çekebiliyor olmam beni çok sevindiriyor. Bunu tek başıma yapamıyorum elbette. Aslında ben başarılı olduğum hiç bir alan da (ki söz konusu alanlar oldukça azdır) tek başıma hareket etmemişimdir. Dolayısıyla başarı bana ait değil izzet Rabbindir. Çekinmiyorum bunu söylerken. Gururum incinmiyor. Kendimi kötü hissetmiyorum. Aksine itaat duygusunun doğurduğu sonuçların her zerresini zevk ala ala yaşamak beni son derece mutlu ediyor. İnsanlara kolay güvenmemekle birlikte hiç te inanamayan bir insan olarak, görmediğim Tanrı'ya da güvenmekte zorlandığımı farkettim önce. Sonra bunu kendime yediremedim. Tanrı'mı seviyorum, nelere kadir olduğunu ve hayatımda yapabileceği muhteşemliklere sıkılmadan inandığımı biliyorum. Fakat kendi kendimi kandırıyordum. Teoride ve çoğu zaman pratikte de şahit olduğum olaylar olsa da, tam olarak güvenemiyordum. Sonunda bununlada yüzleşmeye karar verdim. Daha fazla güvenebilmek için Tanrı'nın kendisinden yardım istemenin neresi kötü?

Herzaman koşamaz insan. Durup beklemeli bazen. Düşmemek için en azından. Durmalı bazen. Yavaşlamalı. Soluklanmalı. Konuşmayı bırakıp biraz etrafında olan biteni izleyip daha fazla dinlemeli. Ölçmeli, tartmalı. Öğütler vermeyi bırakıp ders almalı.

İçi boş kabukların içine ümidimi çekirdek yapıp çitliyorum. Anonimleri o zannediyorum. Olmaz böyle.


Goncagül "Dinlenmece"

8 Aralık 2010 Çarşamba

Alakasız yazı

Edebi konuşup derin derin yazmak istemiyorum bu akşam aslına bakarsanız da, ne kadar başarılı olurum bilmiyorum. Karanlık ayna gibi. Baktıkça kendini görüyorsun, Akşam olunca gözlerimi geri alamadığım pencereden dışarı bakmayı pek sevmem. İlerlediğimi sandığımda bir sabah aynı yerde saydığımı görünce sinirlerim tepeme çıkıyor. Yapacak onca iş varken, gidilecek yerler, sorulacak sorular varken kılımı bile kıpırdatmak istemiyorum. Beklentiler var. Kendi beklentilerimden vazgeçeli çok oldu ama bir de şu insanları beklentilerinden vazgeçirebilsem ne olurdu... Her fırsatta yaptığım ya da yapmak istediğim şeyi özellikle oturup anneme anlatmak zorunda kalmasaydım, 'ben çıkıyorum' demeden çıkabilseydim. Yine bunalmışım ben... önemli birşey yok.

Yerimden kıpırdamasam bile bir bakışım yetiyor bin tane soru sormalarına. Birşey anlatmasam, sessiz kalsam bu bile yeterlidir başıma üşüşmelerine. Bilmiyorum var mı gerçekten böyle bir kelime... Bazen anlatmaktan çok dinlemek istiyorum. Birinin bana hayatını, olumsuzlukları ve olumlu bulduğu olayları, değiştirmek istediklerini anlatırken içten içe kendimi bulmak istiyorum. Böyle muhabbetlere girmediğim kaç ay oldu?...

Geçen cumartesi ajansta patronumla (bu kelimeden nefret ettiğim için ismini yazıcam. Carine, artık kim olduğunu anlarsınız) laflıyorduk. Ne kadar duyarlı ve hassas bir insan olduğunu öğrendim. Onun için değerli olan tecrübelerinden bahsederken gözlerinin doluşunu izledim. Aslında daha önce hiç gitmediği ülkelere gittiğinde otelde pineklemekten çok şehrin tadını çıkarmayı sevdiğini öğrendim. gerekirse çadırda yatıp kalabileceğini, Hindistana gittiğinde karşılaştığı yoksulluktan ne kadar etkilendiğini öğrendim. Tanıştığı Hindistanlı bir ailenin evini terk ederken oğlu Rafael'in eşyalarından bir kaç parça birşey bırakıverdiğini öğrendim. "Belçikada fakir insan bile zengindir. Hâlâ ne için ve hangi durumda şikayet edebildiğimizi anlayamıyorum..." derken, ne kadar ciddi ve az'a kanaat getirebilen bir insan olduğunu gördüm. Böyle bir kadın ile birlikte aynı ajansta çalışmanın beni ne kadar mutlu ettiğini hissedince Tanrı'ya bir kez daha şükranlarımı sundum. Fırsattan istifade, inancım hakkında konuştum. İki insanın birbiri hakkında 'herşeyi' öğrenmesine gerek yoktur elbette. Lâkin bir kaç anlamlı cümleden çözersin... Dışarıda kar ajansta sıcak muhabbet ve esenlik başımı döndürürken mail geldiğini farkettim. Kimden geldiğini görünce önce tam olarak göremediğimi, sonra da heyecandan öleceğimi hissettim. Kişinin yazdığı birkaç cümlelik maili her seferinde başka türlü ya da kriptolu olabilecek yerleri çözebilmek umuduyla sanırım on defa okudum. Her defasında aynı şey yazıyordu. Aynı şeyi söylemek istiyordu. Kripto yoktu. Gayet sade, açık net idi. Yalnız benim bir iki haftadır kafamı kurcalayan soru işaretlerine ise kapak olacak kadar derindi. Ardından duyduğum hisler, sorularıma cevap olduğu için açıklık mıydı değil miydi hâlâ karar veremiyorum. İster istemez verdiği cevaplar beni mutlu etti mi etmedi mi onu da bilmiyorum. Tahminlerim fos çıktığı için önce kendime kızmam sonra da hüzünlenmem ne kadar mantıklıydı, onu da bilmiyorum. hayatımın hangi alanında mantık ön plandaydı, onu da hatırlamıyorum. Genel olarak 'olumsuz' olan tahminlerimin doğru çıkmasını hiç bu kadar istememiştim belki de...

Seçtiğim yol belli. Gitmek istediğim yer ve bunun için yapmam gerekenler de belli. Ama yoruluyorum ben. Düşebiliyorum. Durmak isteyebiliyorum. Sonra bu kadar çabuk pes ettiğim için kendime kızıyorum. Böyle hızlı bunalmaya hakkım olmadığını düşünüyorum. Zayıfım işte.

O vakit ben zayıfken Tanrı gücüm olsun.


Goncagül " 'Hüsnü' kuruntu "

5 Aralık 2010 Pazar

İnsanlar ağlarlar

Hiç unutulmaz bir olayı unuttuğunuzu farkettiğiniz oldu mu? Hani hiçbirzaman unutamayacağınız türden bir yaşanmışlığı unuttuğunuzu... Ben bundan iki yıl önce öyle birşey yapmışım ki... Unutulması mümkün olmayan bir olayı kendi leyhime çevirip öylesine kandırmışım ki kendimi. Unutmuşum... Bugün saat 16:40 sularında, çok severek gittiğimiz Zorba'da yemek yerken hatırlattı zalimliğimi en yakın dostlarımdan biri. Onun bile unutamadığı o diyaloğu nasıl unuttuğumu hâlâ anlamıyorum. Saatlerdir aklımda dönüp duran hep aynı sözler....

İki yıl önce kendi çaresizliğimden kurtulmak için birinin canını nasıl yaktığımı hatırlattı bana. Tam sırasıydı galiba. Tesadüflere inanmayalı uzun zaman olmuştu nasılsa. Hayatımda söylenen her sözün ve yaşanan her olayın daha önceden belirlendiğini düşünüyorum ben çünkü. Kendi ellerimizle yaptığımız seçimlerin haricinde. Kadere inanmadığım için ekliyorum bunu. Seçimler insanlara ayittir. Sonuçları insanların seçimleri etkiler. O dönem bunun haricinde yaptığım tek saçmalık bu değildi. Ama bu en ağırıymış. En ağırını, en ağır şekilde unutmuşum. Başarmışım. Kendime söylediğim yalanlarla güzel bir gerçeğin üzerini örtmüşüm. O yalana böylesine tutunup kendimi kandırmasaydım unutmak bu kadar kolay olamazdı.

Bir katilin, öldürdüğü insanı unutması gibi.

En az onun kadar inanılmaz ve acımasızca.

Anlıyorum ki insanlar kendilerini kaybedebiliyorlarmış. Bunun herzaman kişilikleriyle ya da yaşanmışlıklarıyla bir bağlantısı olmayabiliyormuş. Düşleri olduğu için, hayal ettikleri herşeyi çok düşünmeden herhangi bir kişiyede giydirebiliyorlarmış. Sırf kendi düşleri gerçekleşsin diye, göremedikleri gerçeklikleri kendi elleriyle öldürüp saçma salak masallarına devam edebiliyorlarmış. Daha doğrusu, edemiyorlarmış. Uzun zamandır bir arkadaşımla sohbet ederken aniden duygularımın gözlerime dolduğunu hissetmemiştim. Eğer izin verirsem, bugün kontrolsüzce gözlerime dolan bu sebep günlerce beni suçlamaya devam eder. Bütün bunların ardından hissettiğim tek mutluluk en azından ne kadar yanlış bir seçim yaptığımı biliyor olmam. Tattırdığım acının tarifi yoktur. Geriye dönüp o an'ı değiştiremem. Ya da açtığım yarayı saramam. Bunun için oldukça geçtir. Fakat farkındalık ve pişmanlık ruhumun ilacı gibi. Birgün gerçekten affedildiğimi hayal etmek istiyorum.

Hayatımın en berbat iki yılını geçirirken aslında o gün amacımın birinin benden nefret etmesini sağlamak olduğunu hatırladıkca, vay halime diyorum. İster istemez bulanıp, kendi yarattığım çarkın içinde boş boş dönmüşüm. Korkak gibi kaçmışım. Cahilliğimin kurbanı olmuşum, Kötülük yapmışım, Ben de kalp kırmışım, Bencil davranmışım, Sadece kendimi düşünmüşüm, Kend hayalim uğruna bir başkasının hayalini öldürmüşüm.

En komiği de ardından oturup izlemişim. Beklemişim...


"Seni sevdiğini söylemişti. Sen de yüzüne kapatmıştın".


Goncagül "kuruntu"

İnanıyorum

Saat 03:21. 'Söz karşılığı' diye bir olay olduğunu 2005 yılında kuzenim sayesinde öğrenmiştim. Beş yıl geçti, ağabeyimin sözünün 'karşılığını' verdik bu gece. Mütevazi, samimi ve içten ailemiz ile TSM eşliğinde bir iki kadeh devirip yorgun bedenlerimizi şenlendirdik. Yarım saat öncesine kadar uykudan yamulurken şu anda hiç uykumun olmamasını hiçbir şeye bağlayamıyorum tabii. Bir uyuşukluk var ama 'çok yorulunca uyuyamayan insan' olarak rekorlar kitabına girerim ben. Sabahtan beri yazasım anlatasım var. Nereden başlayıp nasıl bitireceğimi bilmiyorum bu kafayla. iyisimi vazgeçeyim bu gecelik bu sevdadan. Dinginlik ne hoş... Huzur ne güzel... En güzeli de Tanrı'ya olan güven. Etrafta güzellikleri gördükce yağ gibi su yüzüne çıkan yalnızlığıma inat sevgiyle Tanrı'ma güvenerek gözlerimi kapatıyorum bu gecelik.


Yarın görüşürüz.


İnanmak iyidir, inanın.


Goncagül "İnanıyor"

30 Kasım 2010 Salı

Kar beyaz

Kışlar değişiyor sanki. Hiçbirşey olduğu gibi kalmıyor. Her geçen sene yaşanmışlıklar birer anı olarak kalıyor. Her sene, geçmişten bir iz arıyorsun. Anılarla avunuyorsun bazen. Yine aynı neşeyle kar topu oynayabileceğini düşünsende zaman; seni, arkadaşlarını, bütün hayatını bambaşka şekilde değiştiriyordur. Bunu sadece aynı günü tekrar yaşadığında anlıyorsun.

Kar hâlâ beyaz yağıyor. Her kış olduğu gibi evimizde sıcak tarhana çorbası pişiyor. Aynı zevkle içiyoruz. Aynı şekilde üşüyüp yine aynı şekilde ısınıyoruz. Değişen ne peki? Ben miyim? Büyümek böyle birşey mi? Hâlâ küçük şeylerle mutlu olabiliyorsam bugün içimde hissettiğim bu buruk özlemi neye borçluyum? Herşey yanıbaşımdaysa, sevdiklerim sadece bir iki adım ötedeyse bu kalbimdeki sızı neyin nesi?

Gidiyorlar.

Sorun bu.

Güzel telaşlarının içinde gözlerinin çarptığı ve bir iki saniye kadar boş baktıktan sonra tekrar kendi meselelerine döndükleri bir zaman yaşıyorum. Bu zamanın içerisinde nerede ve nasıl duracağımı şaşırmış durumdayım. İnsanlar için mutlu olmak, onların sevincini paylaşmak kadar güzel bir durum yok elbette. En azından benim için böyle. Peki sorun bunun beni yeterince beslememesinden mi kaynaklaklanıyor? Sanırım bazen kendime karşı daha çok dürüst olmam gerekiyor. Siyaha siyah, beyaza beyaz demem gerekiyor ve bazı durumlarda gri'nin olmadığını kabullenmem gerekiyor. En azından kendi kendime itiraf edebilmeliyim, içimde doğup büyüyen duyguları...

Evet, gidiyorlar ve sorun bu. Sevdiklerimi benden daha farklı seven insanlar çıkıyor ortaya. Sevdiklerimde, beni sevdiklerinden daha farklı birşekilde onları seviyorlar. Herkesin başına gelen o muhteşem olay sevdiklerimin başına geliyor ve, ve gidiyorlar... Onlar için olağan olan benim için kabullenmesi zor bir olay haline geliyor. Bunun adı mutsuzluk ya da ona benzer birşey değil. Adı herneyse, sevinç ile birlikte acı veren garip bir duygu. Bu yazıyı yazıp yazmamak arasında gittim geldim son aylarda. İçimde yaşadığım inişli çıkışlı duyguları keliemeleri döktüğüm an onlarla yüzleştiğim an olduğu için bundan kaçtım belkide. Ayıpmış gibi. Olmaması gereken birşeymiş gibi. Oysa yaptığım araştırmalara göre gayet normal tepki veriyormuşum :-) Tanrım, inanamıyorum, gülümsedim...

Gidiyor olmalarının verdiği en derin acı benim kalıyor olmam. Yalnızlık değil mevzu. Herkes yalnızdır zaten. Kalabalığın içindede yalnız olabilirsin. Her durumda yalnızlaşabilirsin. Bu benim alışmam gereken bir konu değil. Sorun şu; tabii buna 'sorun' denirse, biraz önce yukarı yazdığım gibi iki adım ötede olmayacaklar. Sonra 'ilk yardım' ünvanını kaybedeceğim. İlk'leri kaybedeceğim. Anlatamıyorum değil mi? Kardeşiniz yoksa hiç birzaman anlayamayacağınız  hislerin ta derinlerindeyim zaten. Bundan iyisi şamda kayısı, ya da öyle birşey. Paylaştığınız o değerli anların ne kadar değerli olduğunu artık ikinci olduğunuzu farkettiğinizde anlıyorsunuz. Yinelemek istiyorum; bu mutsuzluk veya ikinci plana atılıyor olmanın verdiği şımarıklık değil. Kesinlikle değil... Bu farklı. Bu, mevsimler aynı olsalar bile her yıl yaşanan alışılmış ama hiç bıkılmamış yaşanmışlıkların bu yıldan sonra birdaha yaşanmayacağı için duyulan özlem. Uzun uzun cümleler kurduğum için affedin. Özlemi kısaltamıyorum.

İnanın bu yazı uzar. Çok uzar. Buraya kadar okuduysanız zaten kendimdem utanacağım. Teşekkür ederim.

Son olarak Aydilge'nin mısralarıyla, ağabeyime ithafen yazdığım yazıyı bitirmek istiyorum.

Acım dinmezdi saatler geçmezdi
Yanımda canın var tükenir dertler bir anda
Yanımda Canınla, yanımla Canım
Tükenir sanma sakın sevgin paslanır mı
Çok gülecez daha, yanımda canınla, yanımda canın
Yaşayan bir denizde, bataklık değilmi
Yüzüme gülümse, tükenir dertler seninle
Gülümse benimle, gülümse bugün
Tükenir sanma sakın sevgin paslanır mı
Çok gülecez daha, yanımda canınla yanımda canın
Ben düşlerimden hep düşlerim ben
Senin sesini hiç duymasam ben

Goncagül "kızkardeş sendromu"