Adımlarıma Işık

27 Nisan 2012 Cuma

Unutmadık Unutmayacağız!


İyi halt edeceğiz.

Halbuki unutabilsek; unutmayı da geçtim artık affedebilsek!

Bilsek ki; bir ‘özür’ yetmeyecek.

Bilsek ki; bir ‘özür’ün samimi olup olmadığını anlamayacağız zaten.


Artık birsürü insanın aslında bizimle aynışüncede birleştiğinin bilincinde olsak ve bu bize yetse!

Gidenin geri gelmediğini ve hiçbir özürün de geri getirmeyeceğini anlasak!

Her yıl 24 nisanlarda ‘Ermeni Soykırım’ını hatırlamak, gerçekten milletimizi sahiplendiğimiz anlamına mı geliyor? Sorsan Ermenistanın E’sini bilmeyen Ermenilerin hepsinin canı çok yanıyor ama, kendi içimizde bile birlik olmayı maalesef başaramamış bir halkız biz. Her sene 24 nisanda anıtlarda, kiliselerde, derneklerde ve evimizde 97 yıl öncesini hatırlamanın bize hiçbir faydası yok!

Bugün o vakitler soykırımı canlı kanlı yaşayan atalarımız bile suspus olup ‘ille de soykirim!’ demiyor! Fakat sadece büyüklerimizden dinlediğimiz acılarımızı üstlenip bu acıyı yayan ve büyüten, en sonunda da düşman kesilen bizleriz!

Altı sene önce Brüksel Sahakyan Ermeni Derneği’nde her Cumartesi sabahı, ah vah etmeden kalkıp Ermeniceyi ve tarihini öğrenmeye giderdim. Birçok gerçekle daha yakından yüzleştigim gibi, Ermenicenin ne kadar zengin ve güzel bir dil olduğunu da o dernekte öğrendim. Tarih anlatıldıkca ve  yüreğime bir bıçak gibi saplanmaya başladıkca taşlaştığımı ve en sonunda da Türk milletine neredeyse tavır aldığımı hissettim!

O gün anladım; Sen çocuklarını bu zihniyet ile yalan veya doğru kendi  tarihinle yoğururken onu bir ırkçı olarak büyütüyorsun. Oysa ki tarihin amacı, geçmişte yapılan yanlışların bugün tekrarlanmaması için toplumu bilinçlendirmektir birnevi! Yaşananların sebepleri ve sonuçlarını inceleyerek insanlığımızı geliştirmeye faydalı olan bir bilimdir bana göre. İnsancıl bulmadığımız için, “Katliamların hiçbir sebebi olamaz!” desek de, her düşüncenin kendine özgü bir sebebi mutlaka vardır! Doğru olup olmadığına karar vermek ise  tamamen kendi özgür irademize bağlıdır. Tabii eğer babalarımızın bizlere anlattıklarını birde kendimiz sorgulayabilme cesaretine sahipsek!
Bu yüzdendir ki, tarihi ‘olduğu gibi anlatmak’ ta yürek işidir kanımca.


Biz kendi içimizde birlik olmakta zorlanırken ve “Sen Ermenistan Ermenisi ben ise Türk Ermenisiyim” deyip ayırımcılık yaparsan, kimse seni dikkate almaz bu bir.

1915’te kendini bilmezler yüzünden yapılan soykırımı bütün  Türk milletine yüklersen, bu senin dar görüşğündendir bu da iki.

Yapılanları affetmek kolay değildir lâkin özgür olabilmenin başka yolu yoktur.

**
Malatya Zirve Yayınevi Katliamı’nın beşinci yildönümü.  Suzanne Geske’nin, kocasının katillerini nasıl affettiğini okurken çok duygulandım. Suzanne ve çocukları, kocası Tilman Geske’nin katillerine ‘çocuklar’ diye hitap ediyorlar. “Kocasının boğazını kesenlere dua edecek, intikamı  zaaflarla dolu insana degil Tanrı’ya emanet edecek kadar ‘öte dünyadan.” diyor  Berrin Karakaş. (röportajın tamamını okumak için tıkla)

Bugün hâlâ, özellikle Türkiye’de ki Hristiyanların bu tarz tehditler altında olması tüyler ürpertici. Katliam kurbanı olan Suzanne Geske, kocasının katillerini gerçek bir Mesih İnanlısı olduğu için affedebildi. Tanrı sözünü yaşamına geçirip insanlara göstererek büyük bir zafer kazandı.

Affedebilmek için insanları anlamak gerekmiyor. Bu eylem kişinin kendisi için yararlıdır.

Ben Ermeni olmaktan ve Türkiye gibi mükemmel bir ülkenin ‘vatandaşı olmaktan dolayı gurur duyuyorum.

Son olarak Hrant Dink’in ölmeden önce yaptığı bir röportajı paylaşarak son noktayı koymak istiyorum.

Ne mutlu insanım diyene.



Goncagül “Gavur”

23 Nisan 2012 Pazartesi

Vitrin


Börekler, çörekler, kurabiyeler ve en önemlisi ya çok salçalı ya da az salçalı olup birtürlü tutturulamayan kısırlı beş çayı muhabbetleri, hiçbir zaman saat beşte başlamazdı. Annemin herdaim bir gün öncesinden hazırladığı açmalar pastalar, günü geldiğinde sadece servis edilmeyi beklerdi. Telaşımız hatunların ikram ettiklerimizi beğenecekler mi sorusundan çok, günü kazasız belasız ve mümkünse az kayıp ile çarçabuk atlatmak olurdu. Böyle çay’a gelenlerin genelde evsahibi ile yaşı tutmaz, konuştuğu konu tutmaz, dili tutmaz, gözü tutmaz, hiç biryeri tutmadan yer içer kalkar ve giderlerdi. Onların ardından bizim aklımızda kalanlar ise neredeyse bitmek tükenmek bilmeyen bağırış ve çağırışlar, bol dedikodular ve aslında hiçte samimi olmadıkları halde hâlihazırda iltifat yağmurlarına tutulmaktı.  

Riyakarlığı ilk böyle öğrendim. Hiçbir zaman saat beşte başlamayan beş çaylarında.

İnce çoraplarının altından kırmızı ojelerini izlerdim. Senelerce onun bunun böreğini yemekten gerdanı sarkan ama aslında ne kendine ne de ev sahibine zerre katkısı olmayan hatunların, arkalarından atıp tuttukları insanlarla birgün başka bir yerde kanka olduklarına kendi gözlerimle şahit oldum. Tuhaftır ki,  o kankalarda bambaşka bir beş çayında bizim tanımadığımız başka ev sahiplerinde bizim gerdanı sarkık kırmızı ojeli hatunu çekiştirmekteydi. Ve fakat samimiyetsizliği bir alyans gibi parmağında taşıyan bu üslupsuz ev kadınları, hoşgörülü görünmeyi bir silah gibi kullanırlardı

Dedikoduyu da ilk bu gerdanı sarkıklardan öğrendim. Çayın yanına afiyetle…

Her sene en az iki kere geldiği evin kızı doğal olarak büyüyor ve de gelişiyor olsa da, bunu anormalmiş gibi yansıtarak ve sanki sadece bizim başımıza gelen doğaüstü bir mükemmeliyet olarak aksettirmeleri, komikti. Karşılarında bozmamak için gülümseyip içten içe politikasına şeker atıp kibarca teşekkür ederken, her geçen yıl biraz daha keskinleşerek yalancılığına ortak olmadığımızı göstermek istedik. Olmadı. Zira farkındalığımızın farkında olsalar bile farketmemiş gibi aptala yatmak onları yüce kıldı. Yemedik.   

Milleti çekiştirirken derdi tasayı unutan hatunların geriye kalan yarım saat boyunca vücut ağrılarını; bırakın hal hatır sormayı, bayramlarda seyranlarda bile ziyaretine gelmeyen evlatlarının hayırsızlığını; el bebek gül bebek büyüttüğü torunları tarafından artık adam yerine konmadıklarını; eskiden ne kadar hünerli olduklarını lâkin artık kolesterolün kurbanı olduklarını; bütün üslupsuz ev kadınları gibi gayet üslupsuz televizyon dizilerinin tekrarını bile izlediklerini böbürlene böbürlene, ahlaya ahlaya anlattıklarını can kulağı ile dinleyip biraz daha soğuduk, börekten ve de çörekten.

Doyumsuzluğu, kalleşliği ve bencilliği de bu hatunların savurduğu saçmalardan öğrendim.

Sonra büyüdüm. Yerim artık öyle ya da böyle yanlarında oturup bu sohbetleri dinlemek zorunda olduğum beş çayları değil. Yani haliyle ben istemedikçe hiçbir ortamda zorla tutulmuyorum. Ama yukarıda saydığım içi boş kabukların sadece beş çaylarında hortlamadıklarını görüyorum. Onlar heryerdeler! Elinde bir şampanya kadehi ile kokteyldeler. Bir after party’de dans etmekteler. Çok modern bir şirketi yönetmekteler. Sınıfta en öndeler. Valeler kraliçeler…

Başımızı nereye vursak çatlayıp kırılan biz oluruz vesselam.

Kaçamazsın bundan. 
Amma ve lâkin, o yüksek sesli konuşmalardan sonra yuvanda huzurun sesini duyabildiğin sürece mutfağına gider ocaktaki çayın altını kısabilir, o yalan dünyaya gülüp geçebilirsin.

Onları sen de tanıyorsun.

Velhasıl, dünya bir beş çayı misali sahtekarlık ve binbir türlü artistlik ile dönerken aman ha bizimde başımız dönmesin. Ayık uyanık olunsun. Ders alınsın. Ders verilsin. Hikmet istensin. Erdemli olunabilsin. Amin.

Goncagül “yemez”

18 Nisan 2012 Çarşamba

Sesler...


Korkutabilirler…

Bazen bir çıtırdı, bir ses tonu, bir ayak sesi, bir kapı zili, hatta bir şarkı bile…

Korkutur seni.

Çok sevdiğin birinden çok acı sözler duymak korkutur. Ağlayan bir bebeğin sesi korkutur. Bir ihtiyarın ölmeden bir kaç dakika önce gördükleri, korkutur. Ani sesler korkutur.

Bir hastahane odasındaki hastabaşı monitörünün bipleyen sesi korkutur…

Son dört yılda vedanın ne demek olduğunu anladım. Gidenin geri gelmediği vedalar. Veda edemeden gidenlerin ardından bakakalmalar. Yahut tam veda edecekken geç kalmışlıklar. 
Fırsatım olduğunda ise içimden geldiği gibi veda edemedim hiç. Öpüp koklamak, doya doya sarılmak ve “gittiğin yer güzel, sakın korkma tamam mi!” diyemedim. Ellerini öpüp başıma koyamadım. “Seni çok seviyorum…” diyemedim. Ben ki kendimi bildim bileli fiziksel temasın delisi olmuş sevgimi en iyi bu şekilde göstermişim, ben ki birine ‘çok sevdiğini’ söylemenin ne kadar önemli olduğunun bilincine varmışım… hiç istediğim gibi veda edemedim. “Sen gözlerini korkmadan kapatabilirsin, yanındayim. Gidene kadar da burada olacağım.” diyemedim. Hiçbir zaman hayatımdaki değerini anlatamadım! Hani ben anlatmayı çok severim ya, hani sevgimi çok belli ederim ya! Gidenlerin ardından bakmasını bile beceremedim… Ben gidenlere, İyi ki doğdun!” diyemedim.


Çünkü kendi sesimin çatlaklığından korktum…

Çatlak sesimden su sızacaktı. Akıp gidecekti. Akmamalıydı. Vedamız sular altında kalırsa, biz bu vedanın içinde boğulabilirdik! Boğulmamalıydık. Giden, beni böyle görmemeliydi…

Eniştem gitti. Dört yildir üstüste yaşadığım kayıpların acısına alıştı bünyem. Boğazıma dolan acıyı yutmak, kulaklarımdaki uğultuyu duymamazlıktan gelmek zor değil artık. Bu uğultu korkutuyor… Sonsuzluğa gitmenin nesi kötü diye sorarken aslında biz kalanların o ‘uyuyanlar’dan daha ölü olduğumuzu farkediyorum o anda. Hatta belki de yıllarca… ölen biz oluyoruz.

Bir daha hiç ‘o ses’i duymayacak olmak bizi hergün öldürebiliyor. Kıyafetini koklamak öldürüyor. Bir yerde fotoğrafına rastlamak, öldürüyor. Telesekretere bıraktığı mesajı defalarca dinlemek, defalarca öldürüyor. Giderken söylediklerini hatırlamak öldürüyor. Söyleyemediklerinin hayalini kurmak öldürüyor…

Onlar bir defa ölürlerken, biz birçok defa ölebiliyoruz arkalarından.

Ben sessizlikten korkar(d)ım.

Ta ki dün akşamüzeri halamızı arayana dek…

Telefona bir bayan çıktı. Sesinden kim olduğunu çıkaramadık. Kadın telaşlıydı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Telefondaki sesin sahibini tanımaya çalışırken, aklından geçenler kurması gereken cümleleri etkiliyor ve engelliyordu. Kekeliyordu bu yüzden. Kadın korkuyordu. Duyduğu seslerden, evin içinde ki gürültüden ve birilerinin sessizliğinden korkuyordu.

Telefondaki bayanin sesine ve söylediklerine odaklanamadım. Fonda, daha önce filmlerde "sadece senaryo" deyip kendimi rahatlattığım bir ses duyuyordum.

Acı bir ses…

Ne söylediği belli olmayan ve bağıran bir ses…

Yaşadığım en sessiz sessizliklerin korkusunu solda sıfır bırakacak bir ses!

Ağıt mı

Yas mı?

Ne bunun adı

Birinin canından can gitmiş. Biri hayatı nasıl sırtlayacağını bilmediği için bağırıyor. Aşkı tattıran o yegane insanı kaybetmiş olmanın acısından nasıl kurtulacağını bilmiyor! çareyi ne ağlamakta buluyor, ne sessizlikte ne de yalnız kalmakta. Biri, çaresiz. 

Anladım… halamdı.

Eniştem aşk dolu neşeli bir insandı

Şimdi ardından helvalar kavrulsun, bütün ölmüşlerin canına deysin ve hatta kırk gün boyunca çıt çıkmasın!

Gelenekler yerine getirilsin. Aman laf olmasın…

Ne farkeder?

Oysa fırsat varken sarılmalı sevdiğine!

Zira o korkunç sesi dinlerken bile hissedip yapmak istediğim, sevdiğime sımsıkı sarılmaktı.

Sana bulunduğum yerden ince belli çay bardağında rakı kaldırıyorum Kirkor enişte… gelip son bir kez göremediğim için özür diliyorum. "Bak, sana damat getirdim!" diyemediğim için özür diliyorum. Ben en çok bunun hayalini kurdum biliyor musun? Cünkü görmeliydin. Tanımalıydın. Üzgünüm son nasihatlerini dinleyemediğim için. Bunları hiç bilmeyeceksin biliyorum. Ben senden daha çok öleceğim için kendimi avutuyorum.

Ve sonra... fotoğrafını her gördügümde...ailece toplanıp adının geçecegi her an da... çocuklarım hikâyelerini duyup 'o kim?' diye sorduğunda...kendimizi avutacağız.


İyi uykular…

Goncagül “ardakalan”

12 Nisan 2012 Perşembe

Hayat Eli Sopalı Öğretmen


Yedi yaşındaydım. İstanbul’da, Kurtuluş’un yokuş aşağı bir sokağında Bakkal Yasemin ve Bakkal Ümit ile oynadığımız günlerdi. Bakkal Ana (adını hâlâ bilmem) ile Bakkal Baba’nın bize beleş ekmek arası salam hazırladığını zannettiğim günlerdi. Meğer Bakkal Ana “Bunlar nasıl olsa Avrupa’dan geliyor ben bu salamın parasını söke söke alırım” şüncesindeymis. Yıllar sonra bunu annemden ögrendiğimde yaşadığım hayalkırıklığını anlatamam, görmen lazım. O gün anladım ki, çıkara dayalı dostluklar şöyle dursun, analar, hatta Bakkal Ana’lar bile menfaatci, gözü doymaz, el kadar bebelerin yiyeceği avuç içi kadar salamcıkların parasını alırmış. Bakkal Ümit o zamanlar cılız ama çok mert bir çocuktu, ağabeylik ederdi. Bakkal Yasemin, Avrupa’dan geldiğim için önüne servet sereceğimi sanmış olmalı ki durmadan konuyu maddiyata bağlıyordu. Anası kılıklıydı. Kuş kadar beyniyle her Avrupa’dan geleni Kraliçe Elizabeth zannediyordu. Galiba kuş kadar olan beynini suçlamamak lazim. Yıl 1997, Kurtuluş’un ‘gün yüzü görmemis’ Hacıhüsrev'e en yakın olan sokaklarından birinde Bakkal Kızı’ydı sadece. Hayır hayır, şu an onu hor görmüyor aksine herşeyi o küçük televizyon makinasının içindekiler gibi zannettiğini anlatıyorum. Bu konu tee Illuminati’ye kadar uzanır, ama burada noktalamam gerekir.

Bir akşam kapının önünde çekirdek çitlerken Hatice geldi, tanıştık. Titanic hastalığı vardı o zamanlar. İzleyenler kendini öksürmekten tıksırmaktan ve dahi sevişmekten geri alamıyordu. Herkesin saçlarını kızıla, tenini beyaza boyadığı yıllardı. Erkek çocuklarının saçlarının sarardığı, bakışlarının kısıldığı, resim çizmeye merak duymaya başladığı zamanlardı. Haliyle bu hastalığa ben de yakalanmıştım ve boynumda kafam kadar Leonardo Di Caprio kolyesi taşıyordum; şu an utanıyorum. Hatice, kolyemin üstündeki Leonardo Di Caprio’yu benim sevgilim zannedecek kadar Direkçibaşısokak’lıydı. Leonardo’nun sevgilim olmadığını anlatamadım, yeminler ettim yinede inandıramadım. Hatice o kadar ilginç bir kızdı ki ona babanızın gerçek babanız olduğuna bile inandıramazdınız ve gözünde koca bir piçtiniz. Sevgli Hatice beni duyuyorsan psikolojinin ne  durumda olduğunu bana yaz lütfen. Bakkal Yasemin’in bakkal’ının arka tarafındakı depoda toplanırdık kızbaşımıza. Ben, henüz Çınarcık’tan yeni gelmiş, kızıl saçları azıcık sarıya kaçmış, yanık tenli zengin bir Avupalıydım onların gözünde. İnsan “hayır yemin ederim biz zengin değiliz, gerçekten sizin gibiyiz, biz de normaliz!” diye kendini yırtıp ispat çabasına girer mi? Söz konusu sidikli Hatice ile Bakkal Yaseminin gazabı   olunca herşeyi yapabiliyorsunuz. Ben de yapmıştım… sidikli Hatice ile Bakkal Yasemin’e, ne Leonardo Di Caprio’nun sevgilim olmadığına ne de her Avrupalının zengin olmadığını kanıtlayamadım. şimdiki aklım olsa Bakkal Yasemin’e “Senin Bakkal Baban benim babamdan bin kat daha zengin;  mülkünü Bakkal Ana’nin bize yutturduğu salam paralarına borçlusun” derdim.

Her genç delikanlının Deli Yürek olduğu, her kenar mahalle çocuğunun Doğuş ile ‘Milyonda bir böyle sevdiği’, her sarı arabalının Mustafa Sandal olduğu bir dönemdi. İstisnasız her gittiğimde bakkalın önünde gördüğüm Bakkal Yasemin artık başka  bir şehirde üniversite öğrencisi. Öğretmen olacakmış yanılmıyorsam. O artık her Avrupalının zengin olmadığını biliyordur. Mahallede hiç durmadan futbol oynayan Bakkal Ümit ise evlenmiş galiba. Uyduruyor da olabilirim  hatırlamıyorum. Bize salamlı sandeviç hazırlayan Bakkal Ana hiç yaşlanmıyor, ama salamlı sandeviç satamıyor. Bizzat ayakkabılarımı giyiniyor, korkmadan apartmandan aşağı iniyor, bakkala giriyor, severek ve isteyerek salamlarımı kendim satın alıyorum! "Söyle, kaç para istiyorsun?!" diyorum…
Bakkal Baba desen yıllardır yaptığı gibi bakkalın içine monte ettiği küçük televizyon makınasından, şimdilerde Esra Erol izliyor. Bakkal Ana’yı boşayıp programda kendine hayırlı bir kısmet aramasından korkuyorum.

Velhasıl-i  kelam, sidikli Hatice öldü mü kaldı mı, büyüdü mü yoksa hâlâ küçük mü, Leonardo Di Caprio’nun gerçek yüzüyle tanıştı mı bilmiyorum. Bakkal Yasemin mezun oldu mu, bilmiyorum. Bakkal Ümit, hayallerini gerçekleştirip futbolcu olamadı ise de gerçek aşkı bulduğu için mutlu mu, bilemiyorum.

Lâkin ben büyüdüm. Adı da Ümit olan, ‘Ümit Bakkal’ diye bir bakkal’ın çocukları ile karton yaktığından beri kömür kokusunu çok seven bir kız oldum. Sidikli Hatice’nin paraya ve mal’a olan düşkünlüğünden sonra kapitalizmin uşaklarına ateş püsküren bir kız oldum. Bakkal Ana’nın bana yaşattığı salam dramından sonra, en tonton insanın bile arkadan vurabileceğine, yeryüzünde en önemli olgu’nun maneviyat olduğuna inanan bir kiz oldum. Beraberinde ekmek arası salamın da hastası oldum… Sevgili Macaristan'a kucak dolusu selamlar.
Büyüdüm ve öğrendim. Yedi yaşında yaşadığım bu anektodlardan hikâyemi geliştirdim. Hikâyemle geliştim. Gelişmeye devam ediyorum. 

Aşkı buldum. Evlendim…

Hatta Bakkal Baba bile nasıl bir gelin olup nasıl super bir damatla evlendiğime şahit oldu. 
Kapıdan çıkıp arabaya binmeden Bakkal Baba ile gözgöze geldiğimde, çocukluğum ve o mahallede yaşadığım bu traji-komik anılar bir film şeridi gibi geçti gitti gözlerimin önünden. Doldum, duygulandım ve gittim...


Hayat; her insanın kendi hikâyesinden oluşan bir okul gibi. Öğretmenler değişsede, sen hep öğrenci kalıyorsun.

Goncagül “Ögrenci”