Adımlarıma Işık

28 Aralık 2013 Cumartesi

Korkuları Yenmek...

Acayip zordur!
Zaman alır.
Neredeyse imkânsız gibidir ama aslında imkânsız olan hiçbir şey yoktur...diyorum ve başlıyorum.

Sanırım 15 yaşındaydım. Okul gezisi var, tüm lise öğrencileri heyecanlı. Evden uzaklaşacağız, yeni yerler gezip göreceğiz ve en eğlencelisi sevdiğimiz arkadaşlarla birkaç gün boyunca 24 saat beraber olacağız. Çocukluk işte... bunun gibi birçok şeyi marifet sayardık. Güzeldir çocukluk saftır. 
Velhasıl, Belçika'nın en güzel yerlerinden biri Ardenne'ler kendi başmıza buyruk yaşamak için iyi bir firsattı. 
 Odamıza çekilip uyumamız gereken saatlerde kıkırdanır...sırlar anlatılıp sır olmaktan çıkar...acılar ve sevinçler paylaşılır... paylaştıkça çoğalan yakınlıklar ve uzaklıklar birbiriyle yarışır...
Neyse, konu bu olmadığı halde yazım gitmemesi gereken yerlere gidiyor.

Bir sabah uyandık, hazırlanıyoruz. En rahat ayakkabılarımızla en kalın montumuzu giyinmemiz gerekiyor. Dağlarda gezeceğiz, tırmanıp zirveye çıkacağız, sürünüp böceklerle tanışacağız, bir yaprağın damarlarını inceleyeceğiz, geyiklerin sırtını sıvazlayıp kuşlara uçmayı öğreteceğiz derken dağ-tepe-patika yürü babam yürüyoruz...
Yol bitmiyor, nefes nefese tırmanmaya devam ediyoruz. Öğretmenimizin gözünün içine bakıyor ama adeta umursanmayıp tehlikenin dibine dibine giriyorduk! Danger yazılı tahta pankart bize bakıyor biz ona bakıyoruz sonra bi de öğretmene sorgulayıcı bakışlar fırlatıyoruz ... Ses seda yok, yürüyeceksin, mecbuuur.

Bu yol yol değil. Keşke telefonumu yanıma alaydım. Hayatta hiçkimseye güvenmeyeceksin. Öğretmende bir insanoğlu nihayetinde, diye diye  tırmanmaya devam ettim. Yağmurlu hava nedeniyle ıslanmış ve yosun tutmuş dağlara tırmanmanın iki kat daha zor olduğunu söyleyebilirim, bir dağcı olarak... Artık tırnaklarının içi leş gibi olmuş, suratın çamur, dizlerin çizik çizik kanlar akıyormuş hiç aldırış etmiyorsun. En "doğal" halinle bir an önce bu serüveni layıkı ile bitirmek için Tanrı'ya sadece yalvarıyorsun. Ciddi ciddi. Belki de bu son günümdür, belki bir daha eve hiç dönemeyeceğim, serden öyle ya da böyle vazgeçmek zorunda kalacağım, hiç olmazsa dağın tepesinden düşmek gibi bir ölüm olmasaydı iyidi... diyerek alnımdan süzülen terleri silemedim bile. Elimi çekersem uçurumdan yuvarlanırım korkusundan. O derece yani! Fatoş diyorum, bi hal çare bul. Gidiyoruz. Bu biyoloji öğretmenine ne kadar güvenebiliriz ki? Adam belimize ip bağlayıp bizi ordan oraya indirmeye çalışıyor. İp saglam mi, adam güçlü mü, ne yaptığını biliyor mu, akil sağlığı yerinde mi? biz ne yapıyoruz burada... ah annem annem way annem annem.

Diğer öğretmenler şaşkın balık misali sözde yol gösterenimizi takip ediyorlar ama onlarda tırsıyorlar ve bizi en çok tırstıran olayda bu oluyor. 
Bir baktım ki Fatoş'la uçurumun kenarındayız, hızır. Şimdi muhteşem matematiğimle size dağın aşağı yukarı kaç yüzbinbeşyüzmilyon metre olduğunu söylemek isterdim ama, ...
Bildiğin, herşey aşağıda nokta olarak bile görünmüyor, hiç görünmüyor. Sağım solum, önüm arkam, etrafım komple uçurum. Tam yamacımda Fatoş sığınmış ve hatta pısmış oturuyoruz öylece. Adam diyor ki şimdi teker teker hepinizin beline halat bağlayıp buradan yavaşca aşağı sarkıtıp indireceğim. Be adam! oraya niye çıktık biz o zaman? Neyin aksiyonu bu... Neyin özenmişliği?! Neyin garezi...Ben bu korkuyla nasıl inerim... Tepe de biraz kıpırdasam kendimi yerde bulurum. Bizimkilere nasıl hesap verecek bu hoca diye düşünürken, Fatoşun telefonunu istedim. İster inan, ister inanma, bizimkileri arayıp son konuşmamı yapmayı planlıyordum. Öyle bir korku yoktu. Çaresizlik desen hat safhada. Ya düşecen, ya düşecen.. hertürlü ölecen. 

İşte tam da bu düşünce ile beraber mecburi bir cesaret çöktü üstüme. Herhalukarda öleceksem, en azından deneyip öleyim diyerek halatı belime bağlattırdım. Teslim oldum.

**
Gördüğünüz üzere ölmedim.

Fakat bu acı yaşanmışlık bana bir fobi halinde geri döndü.
Kapalı ve güvenli ortamlar (uçak vs...) hariç, yüksek olan heryerden midem bulanırcasına, gözlerim dolarcasına korkuyorumun da ötesi!

Sene 2013, geldik bu yaşa. Bu anıyı unutmak mümkün değil. Zannedersin buharlı bir cama "I will be back........" yazıp geri gelecek biyoloji ögretmenim. İzleri var. Çok derin.
Fenerbahçe Ülker- Nanterre basketbol maçını seyretmek üzere Adamımla Kadıköy yollarını tuttuk. Herşey yolunda. Nasıl mutluyuz! Formalar, takımdaşlar, kalabalık-sevinç derken arenadayız. 
İçeri girdik yerimizi alacağız...
DA DA DA DAN....!
Bi oturdum.
Bi baktım etrafıma.
Dönüyorum...?!?!?
Resmen 10 yıl öncesine döndüm. Fellik fellik biyoloji öğretmenimi arıyorum etrafta bulup aşağı atacağım. Öyle!
Nasıl korkuyorum. Son anda bilet bulduğumuz maçta, ancak balkon tarafında yer bulmuştuk. Ama ben nereden bileyim arenanın bu kadar muazzam güzellikte ve büyük olduğunu. Balkon tarafının bu kadar yüksek ve boşlukta olduğunu?!
Çağdaş yanıma oturdu. Adam mutlu tabi ne güzel. Gerçi biraz üzgündü, zira adamlar yükseklikten 1.50 boyunda görünüyorlardı ki çok insaflıyım şu an.
Sorun şu; balkon tarafı çok yüksek evet, ama ön tarafı boşlukta olmasaydı problem yoktu. Yani basketbolcumuz skor yapsa biz sevinçten zıplayıp tezahürat etmeye kalksak aşağı basketbolcuların yanına doğru yuvarlanırız. Ciddiyim.
Önüme bakıyorum. Etraf müthis kalabalık. Malum Fenerbahçeliyiz normal bi durum bu. 
Yine önüme bakıyorum, aşağı potaya, oyunculara, belki Aziz Başkanı görürüm diye daha da aşağılara ama hayır.... Midem bulanıyor! Ben Çağdaşa bakıyorum Çağdaş sevinçle gözüme. Söylesem mi söylemesem mi...
Goncagül korkusuyla yüzleşmeli! Başarabilirsin... Son zamanlarda sürekli yaptığın şey bu! Burada otur. Kal. Söyleme. Imkânsız degil...

Olmadı.

Ya Adamıma zehir edecektim maçı, ya da ben ölecektim. Orada oturmaya devam ettiğim sürece ikisinden biri olacaktı.
Çok zorladım kendimi korkumu yenmek için, çok çabaladim.
Nafile.
Bu defa isteyince olmadı.
Sonra sayemde daha alt katta oturduk ve maçı izlemek daha keyifli oldu o da ayrı mesele ^^  var her işte bir hayır...

Anlayacağın bazı korkular şıp diye gitmesede, gidecek birgün gidecek.

Bunu da yeneceğim.
Yener insan.

Goncagül "Teşvik"

24 Aralık 2013 Salı

Cingıl Belz!

Aralık, hayatın anlamını bir kez daha candan kutlama fırsatını bize tanıyan en sevdiğim ay.
Dışardaki soğuk havaya rağmen sıcacık kalpler.
Sevinçle gülümseyen yüzler.
Parlayan gözler.
Ticaretten uzak, günümüzde maalesef unutulmuş olan manâ'yı iliklerine kadar hissedip Kurtarıcının doğuşunu kutlayan herkes...

Gözlerim yorgunluktan hem kuruyor hem akıyor, ne yapacaklarını onlarda bilmiyorlar : )
Ama o derinlerdeki huzur ve esenlik kaynağı hepsini silip süpürüyor...
Küçücük bir ışığın yanında Sevgilimin sıcak kokusu yetiyor.
Kapıyı kapatınca, herşey dışarıda kalınca, Tanrı'nın güvenli eli sırtını sıvazlayınca yorgunluk morgunluk kalmıyor... : )
Memleket halleri can sıkarken, insanlar ikiye üçe bölünürken, birileri konudan habersiz kendi çemberinde dönüp dururken Sevgi ruhumu okşayıp yatıştırıyor.
İzin vermiyordum.
İzin veriyorum artık...
İnsanlık hali. Kayıtsız kalamıyorsun ki? 
Üzülüyosun, çözümlemeye çalısıyorsun belki.
Kulaç attıkça yorulan kolların, istenmeyen sonuçlarla karşılaşmaların ister istemez bezdiriyor.
Ama öğreniyorsun zamanla pencerelerini kapatmayı : )
Herkesi olduğu gibi kabul etmenin gururuna aykırı olsa bile, o gururu söküp atıp huzurun bundan geçtiğini...

Hep diyorum, yine diyorum, Aralık ay'ı hep sürpriz yapar bana.
Tanrı'nın benzersiz dokunuşlarının kesinliği ve güvenilirliği tarifsiz.

Şükürler olsun bu güzel hayat için.
Aldığım her soluk için.
Aşkım için.
Merhametin ve emsalsiz Sevgin için.

Kutlayan herkesin Doğuş Bayramı kutlu mutlu bol bereketli olsun! : )

Goncagül " Işık "

13 Kasım 2013 Çarşamba

Benim Dünyam

Hazır beklemede iken post zamanı dedim, duramadım.
Dün akşam günlerdir merak ettiğim 'Benim Dünyam' filmine gittik. Gitmeden film ile ilgili küçük bir araştırma yapmıştık Çağdaşla. Gördük ki bir Hint filminden uyarlanmış. Olsun dedik, koskoca Uğur Yücel dedik ve kendimizi Cinemaximum'a attık.

Film ile ilgili çok çok yazmak istesem de henüz gitmemiş olanları kızdırmak istemiyorum.
Diyeceğim şu ki son zamanlarda izlediğim en iyi Türk filmi.
Uğur Yücel faktörü zaten başlıbaşına mükemmellik katmış filme ve Beren Saat'in kusursuz oyunculuğu ile ilgili de çok söze gerek yok bence...

Herşeyden önce, Sanjay Leela Bhansali'nin bu senaryoda verdiği mesajlar hayatında iz bırakacak cinsten.

Gidin izleyin pişman olmazsınız.

Goncagül "duygulu"

7 Kasım 2013 Perşembe

Şapkalı Vefâ

Saçma geliyor artık...

Mesela heyecanla kitaplarının yayımlanmasını istediğim yazarları artık beklemiyorum.
Birini dağa kaldırıp diğerini yermiyorum. Hepsini aynı kefeye koyuyorum. Canımın istediğini açıp okuyorum. Hep 'öğüt alma' çabasıyla okuduğum satırlara ben veriştiriyorum. Geriye kalanları ise cımbızla çekip hayatıma ve kişiliğime en çok yakışabilecek olanı seçip, katıyorum. Başkalarının, başka cümlelerin, başka ellerin varlığında bir ben olmaktansa; benliğimi olduğu gibi saklayıp sadece yararı olabilecekleri kabul ediyorum.

Bencillik mi bu?
Hayır.
Olgunlaşmak belki, bilemiyorum.
Bir aydır defalarca yazıp yazıp taslağımı doldurdum; lâkin yayınlamak istemedim. Yazdıklarım bir bana ders olsun, bir benim yüzüme çarpsın, bir benden gitsin istedim...
Çünkü düpedüz öğrettim kendime;
Vefânın artık kıyıda kösede gizlendiğini...
Dostlukların riyakar taraflarını...
Güvenin, terli bir avucun içinde kayabilmekte olduğunu...
Ve daha nice hayalkırıklığını.
Ve tüm bunların aslında hayalkırıklığı olmadığını...
Çoktan görmem gerekenler olduklarını.

Değer veriyorsun ve verdiğinle kalıyorsun değil mi?
Tam geri dönecek derken karşına çıkan duvara tosluyorsun...
Her seferinde biraz daha iyi anlıyorsun.
Kavrıyorsun yavaş yavaş ve birtürlü özümsemek istemediğin bu kötü stratejiyi istemeden kabul ediveriyorsun.

Detaylarıyla yazmak istediklerimi dillendirmek istemeyişimden mi, yoksa gerek bulmayışımdan mı diye içimde tartıyorum.
Halbuki biliyorum.
Rol yapmıyorsan, olduğu gibi yaşıyorsan kalbinden geçeni, evire çevire değiştirmiyorsan aklının ucundan geçenleri, adamına göre muamele yapmıyor sade'ce açıyorsan yüreğini; en az bir kere veriyorlar sana bu dersi.
Fakat bununda önemi yok.
Mühim olan aynada gördüğün yansıman ve sen bu engebeli vadilerden yara ala ala ilerlerken elini sımsıkı tutup bırakmayan sevgilin.
Dış etkenlerin, nihayetinde 'dış' olduklarını kabul etmek o kadar zor olabiliyor ki?  Sarılıp içini döküp ruhunu serdikten sonra dostun gözünün içine baka baka koyduğu ambargolar öyle içine oturabiliyor ki?...

Bu kabul ettirdiklerini yaşarken duyduğum üzüntünün yerini mutlak bir sağlamlık aldı.

Bundan sonra, daha temkinli oluyorsun ama bu kötü değil.
Öyle sanıyorsun sadece.

İyi günlerinde olduğu gibi zor zamanlarında da saçlarını okşayıp seni seven bir ailen var ise,
gerisi gerçekten hikâye.

Çağdaş'ın sevdiğim bir uyarısı var;
Sen kendi yolunda ilerlerken karşına çıkan insanları kabul edebilirsin...ilgilenirsin, kollarsın, olması gerektiği gibi ağırlarsın.
Ama tüm bunlar için kendiliğinden yürüdüğün yoldan sapıp başkasının yoluna girersen, çuvallarsın.

Önce sen önemlisin.
Hiç unutma...
Zevk aldığın acılar bile seni yüzüstü birakıp ölüme terk eder.

Hayat sandığından çok daha güzel!

Goncagül " Anlama Noktası Vol 2 "


PS: Fenerbahçe - GS derbisine iki kişilik bilet arıyoruz. Bu imkânsiz hayali gerçekleştirmemize yardımcı olabilecek bir arkadaşa hayat boyu duacı olurum ^^. Ne bileyim çikolata getiririm...kahve getiririm? Bongo filan alırım ama yaparım yani bi güzellik

26 Eylül 2013 Perşembe

Tehlike

Küçükken daha savunmasız ve korumaya muhtaç olduğunu düşünürdüm, küçük çocukların. Ne zaman küçük ne zaman büyük olduğu belli olmayan çocuklar ise daha korkaklardır... kim ne derse desin. Yani en güçlü görünmeye çalışan, en dik, en cesur olduğunu zanneden, en yalnızları oynayan o çocuk çevresindeki herkesten daha korkaktır işte. Fikirleri büyük olsa bile muhtaçtır her an kocaman ellere, ihtiyacı olduğunu inkar edip kendine bir dünya yaratır ve gün gelir o dünya başına yıkılır...

Küçükkendi bu düşüncem. Çocukların daha korkak oldukları....
Şimdi büyüdüm sayılır büyümeye devam ederken... Diyorum ki asıl korku küçük gözlerden süzülen korku değilmiş. Gerçek korku büyümeye başlayınca ortaya çıkıyormuş. Hayallere izin vermeyen düşünce katilleri, minicik bedenlere hiç acımadan barut gibi delip geçen öcüler... Onlar büyüdükce ortaya çıktılar. Yavaş yavaş. Zombi gibi. Ürkütücü sesler çıkartarak şehri ele geçirmeye başladılar. Onlar içlerindeki virüsü dışarı vurmanın kontrolsüzlüğü içerisindeyken etraftaki can kaybı gittikce artıyordu. Birileri farkındayken birileri uyumayı tercih ediyordu. Bu uyuyan kesim kendini herzaman güçlü gösteren gerçek korkaklardandı. Aldırış etmeyenler vardı birde... Kendi çocuklarının hayallerine zarar gelmedikce başka hayaller yıkılabilir, hatta ölebilirlerdi de. Kendi köprülerinden geçen hiçkimse yoktu nasıl olsa. Geriye sadece izlemek kalıyordu ve sahte gözyaşları dökmek...

Bir korku sarıyor hâlâ düşünebilen büyükleri. Geleceği görmek istemiyorlar. Burada yaşamaktansa ölmeyi tercih ediyorlar. Titriyorlar. Herşey değişiyor. İnsanlar değişiyor. Büyüdükçe şekillenip daha da güvenli bir yer haline gelmesi gereken bu yer, gittikce zalimleşip 'cehennem'e dönüşüyor...
Dostlukların yerini birer birer menfaat alırken sevgiler tek bir celsede yıkılıyor...
En ünlü boyalılar ellerindeki mikrofonla yüzbinlerce çocuğu kendine esir alırken arkalarındaki öcüler sinsice olanları alkışlıyor...

Korkuyorum.
Hayat çatırdamaya başlıyor.

Yüzü olmayan öcüler konuştukca konuşuyor, hiç susmuyorlar. Sesin nereden geldiği belli olmadan, ahlakı ve saygıyı umursamadan sadece kendi benilklerinde kaybolurken yüzsüzce, evet utanmadan korkunç seslerini duyurmaya devam ediyorlar. 

Sonra Rawan'ı görüyorum...
Sekiz yaşında Rawan.
Henüz korkularını yenememiş bir kızçocuğu.
Anne-Baba sıcaklığına hepimizden belki biraz daha muhtaç...
Hayalleri de varmış Rawan'ın. Yemen'e benzemiyormuş. Daha renkli ve daha adilmiş. Evlilik mümkünse olmasınmış. Sanki kötü bir öcüymüş gibi ondan korkuyormuş. Hayallerini gerçekleştiremeyeceğini biliyormuş içten içe ama herbirimizin içinde taşıdığı o umut adlı kıvılcım var ya, sönmeyen? Onu taşıyormuş yüreğinin ta derinliklerinde. 
Binlerce Rawan'ın sonu gibi onunda hayalleri 'o gece' beş kere daha yaşlı bir zombi tarafından öldürüldü....

Büyüdükce daha da netleşiyor birşeyler. Kötüleşiyor. Yitiriyor. Anlamsızlaşıyor.

Beni koruyan umudun ve esenliğin aynısı herkeste olsun diye canım yanıyor...
İnkar edilen Umut.
Reddedılen Umut.
Gözardı edilen Umut.
Unutulan Umut.
Yerine başka huzurlar aranan Umut.

O benim Umudum.

Her korktuğumda,
dostsuz kaldığımda,
zombilere karşı zayıf düştüğümde,
'Korkma' diyenim.

Diri Çoban'ım.

Goncagül "Zeyna"

9 Eylül 2013 Pazartesi

Leyla ile Mecnun

Ya gel de kafayı yeme...
Gel de çıldırma...

Sen kalk demokrasi de o de şu de bu de ama benim en sevdiğim ve heyecanlana heyecanlana izlediğim tek diziyi yayından kaldır! 
Of!
Böylesi görülmemiş bir olay.
Diyeceksin ki memlekette neler oluyor sen buna mı takıldın? evet buna takıldım; çünkü vatandaşın sevdiği herşeyi elinden alan bu adamın her konuda yaptığı tam olarak bu!

Tahammülsüzsün!
Bir o kadar insanına karşı saygısız RTE.

İnsanların görüşlerinin katilisin...

Onlar kalkarlar, ekip halinde istediklerini savunurlar. Onlar özgürler. Onlar bireyler. Görüşleri, düşünceleri olan ve sonuna kadar savunma hakkına sahip insanlardırlar. Sayende bu ülkede bu bir lüks haline geldi.
Sen de hitler misali, vur kafasına önüne çıkan her muhalefetin. Aferin.

Böyle yaptıkca kendi öz halkının, tabir-i caizse daha çok 'saldırganlaşacağını' da biliyorsun ya...
Ne güzel stratejin.


**

Leyla & Mecnun oldu "Ben de Özledim".
Ekip aynı.
Senaryo aynı.
Bazi değişiklikler yok değil diyorlar.
Oyunculardan zerre şüphem yok, ama aynı tadı verir mi bilmem.

Tüm duyguları barındıran; ağlatan, güldüren, düşündüren, keyif veren tek diziydi bence.

Neyse.

Oynatalım görelim.

Goncagül "OGemiGelecek"

6 Eylül 2013 Cuma

İyi ki doğdun Kocam!

Her senenin en değerli günü!

Yıllar nasıl vız vız geçiyor anlamıyorum...
Ama iyi de oluyor!
Sana kattığı güzelliklerle beni de süslüyor, bana da azar azar ekleniyor...şimdi tam 27 mumluksun : )
Ve ben 77777777....777... tane mumluk olana kadar senin sıcaklığının yanında olabilmenin sevincini en derinlerimde taşıyorum!

Senin ışığında aydınlanıyorum...
Senin sıcağında ısınıyorum...
Senin gülüşünde güçleniyorum...
Senin sesinde huzur buluyorum...
Senin ellerinde olgunlaşıyorum...
Ve daha nicesi...

Benim emsalsiz armağanım...
Dostum, sırdaşım, yoldaşım, canım sevgilim...

Her yeni yaşın sana birer yıldız daha ekleyip, büyütüp kendi yolunda yürütürken, bana elini tutma firsatı veren Tanrı'ya bugün de şükrediyorum.

Evimin neşesi!

Sonsuza kadar ...

Iyi ki doğdun Kocam...

Seni çok seviyorum!

Goncagül "Sürpriz!"


20 Ağustos 2013 Salı

Return of Mrs Rosebud

Nasıl özledim!
 İnsanın sevdiği, kardeşi, anası-babası, yani kısaca en değerlileri aklından çıkmaz ya; hep bir köşesinde kalır... Gidemeyip göremediğinde hep biriktirirsin anılarını bir gün uzuuuun uzun anlatmak için, öyle özledim!  Öyle aklımdaydın. Elleri sıvamak istedim ama öyle bi içindeyim ki hayalimin, hiç elim gitmedi... Uzatasım gelmedi. Yazasım anlatasım olmadı... Anlatabilmek için çırpındığımı düşünsemde aslında hiç fırsat  yaratmadım! Elimi bile sürmek istemedim. Ama hep özledim. Bağımlılık derecesinde sevdiğim yazı yazma olayı bu sefer o kadar uzak görünüyordu ki bana.

Anlatacak çok şey var unutulmasın istediğim...
Evimden yazıyorum.
Kendi yuvamdan.
Tâ oniki yaşından beri hayalini kurduğum o perde havalanıp duruyor şu anda.  Yine en sevdiğim müzik çalıyor. Mor bir orkidem var. Benim kadar çok konuşmuyor ama susuşarak anlaşıyoruz.
Aslında sen hariç heryere yazdım. İstanbul adlı defterim sen yokken en büyük arkadaşımdı. Şimdi ise çok uzun zamandır görmediği bir dostuna nereden başlayacağını bilmeyen utangaç birisi gibi nasıl sarılacağımı bilmiyorum.
Sanki o kadar yazıyı ben yazmamışım! Sanki aylarca sen dinlememişsin beni. Her kafam bozulduğunda, mutlu olduğumda, deli olduğumda, ..soluğu burada almamışım gibi!
Yabancı gibi.


Garip, ama yepyeni bir hayatın içinde birşeyler anlatmak zor, itiraf ediyorum. Bu heyecanlı ve benzersiz temponun içerisinde ruhum başka türlü yenilenirken içimden hiç anlatmak gelmedi. Benim gibi yazı tutkunu biri için itirafı hiçte kolay değil, ama gerçek : )


Çok güzel...
Çok mutluyum...
Yüreğim şükran dolu...
Zihinlere ve kalplere, olur olmadık sorular ile korku salmak isteyenin oyunlarına rağmen endişelenmemeyi öğreniyorum.
Hayatımın bu yeni sayfasında özümden gitmek zorunda olanlarda var, eklenenlerde...
Yenileniyorum.

Yepyeni bir sayfaya transfer olacaklara, evleneceklere, ülke değiştireceklere ve hatta yaşamında 'statü' değisimine uğrayacağına inananlara; hiçkimseden, hiçbirseyden, hatta kendinizden, asla ama asla korkmayın. Zira tadı damağınızda kaldığında boş yere kaygılandığınızı göreceksiniz : )


Böyle işte.


Goncagül " Mrs. Mutlu"

2 Haziran 2013 Pazar

Direniş

Fikir ayrılıklarına tahammül edemeyip tamamen ortadan kaldırmaya çalışan; demokrasiden bahsedip insanları ötekileştiren; din, sevgi ve kardeşlik ile igili nutuk atıp kendi halkını hiçe sayan saygısız bir başbakanın yönetimi altındaki sözde 'faşistler'.

Ne kadar ironik... ne kadar komik!
Halkını düpedüz aptal yerine koyan ve kendini çok uyanık zanneden bir başbakanın yandaşlarının ağzından çıkan sözlere inanamıyorum!
Bu insanlık dışı olayların bu raddeye gelmiş olmasına inanamıyorum!
İktidarın net bir şekilde gerçek faşistler tarafından hamur gibi yoğurulduğunu göremeyenlerin körlüğüne ve sevgisizliğine inanamıyorum...

Börek yiyip başka insanlara ikram eden hatta ve hatta gaz bombası ile hazırolda bekleyen polislere bile teklif eden grubun tazyikli su yiyip yere fırlatılmalarının insanlık dışı olduğunu küçücük bir çocuk bile anlarken, asıl meselenin ağaçlar olmadığını anlamayan, veya anlamamazlıktan gelen bir toplumun olduğu bir ülkede özgürlük ve demokrasiden bahsediliyor. Yazık...

Günlerdir gördüklerim ve duyduklarım karşısında kanım donmuş vaziyette sadece bu, hem psikolojik hemde fiziksel şiddete maruz kalan halkın duacısı olabiliyorum. 

Bütün bunların yanısıra, o 'sizin' bir avuç dediğiniz kalabalığın tek yürek olabilmişliğine, tüm bu olanlar karşısında sesini duyurabilmişliğine, cesaretle meydanlarda yürüyebilmişliğine hayran kaldım! Tüm o canlar, yeri geldiğinde ayrıldığına inananlara; daha doğrusu sessizce ayırımcılığa yol açan diktatöre kapak olsun.

Türkiyeyi ve aslen Ermeni, Rum, Süryani, Kürt, Türk olan bütün Türk vatandaşlarının birliğine, birlik olabildiklerine, tek bir beden olup olanlara ses çıkarabildiğine bütün dünya şahit oldu.

Sen görmesen de, görmek istemesen de, herkes biliyor!
Goncagül "Ses"

24 Mayıs 2013 Cuma

Bir Tık Dostluk

Ne kadar can sıkıcıyım.

Dostluğu pembe bir kutunun içinde tutup onu korumaya çalışıyormuşum.
Aile bağlarını birbirine bağlayan o kalın halatlara binbir düğüm daha atıp sağlamlaştırmaya çalışıyormuşum.
Hatır nedir tek tek kırmızı kalem ile altını çizip unutulmasın diye saklıyormuşum.
Vefaya en son kilometrelerce uzak bir diyarda rastlamıştım, hâlâ onu arıyormuşum.
İncinsemde hep bir neden arıyormuşum.
Sebepleri alt alta dizip domino taşları misali yıkılıp kalıyormuşum.

Ne kadar sıkıcıyım.

Her defasında bunlardan vazgeçip kendime kızıyormuşum.
Ne hayat böyle bir düzene ait, ne dünya böyle bir düzene sahip, ne insanlık içinde bu tohumu ekebilecek cesarete sahip deyip; gülüp geçiyormuşum.
En mutlu günler ile en mutsuz günleri kıyaslama. Ikisi de farklı zira... O günlerde yanında olanlara bir göz at, farkı göreceksin deyip kendimi telkin ediyormuşum.
İnanıyormuşum.
Görüyormuşum.
Sonra yine unutuyormuşum...

Ne kadar sıkıcıyım.

Yeter ki iyi olsunlu isteklerle canla başla gider, sarar, yapar, dinlermişim.
Sonra, ne de olsa, ufacık beklenti olunca, gerisin geri kendime kızıyormuşum.
Sonunda, kimseye ve hiçbir şeye benzemeyen ayna'ma bakınca, görmeye çalıştığım ruhuma sarılıp hepsini benimsermişim.
Tamam der, oturur, görür, duyar, kabullenir ve bundan artık zevk alırmışım.

Ne kadar sıkıcıyım.



İnsanlık hangi gezegene ait, onu arar dururmuşum...

Hep bulamayınca;
yine yeniden diğer yarımın içyuvasında, aynadan yansıyan ile huzura kavuşurmuşum.

Goncagül "Ayna"

21 Mayıs 2013 Salı

Mrb Slm Nbr?


Kaç zamandır cep telefonuna bakmadan dostunla sohbet ediyorsun?
Ne kadar oldu fotoğraf albumlerini çıkartıp hatıraları incelemeyeli...
Ya da ne zamandır 'yerini bildirmeden' özgürce sokaklarda gezmiyorsun?
En son ne zaman vakit ayırdın sevdiklerine?
Ne zaman başını kaldırıp harekete geçtin...


Her birimizin bu genişleyen imkânlar arasında daracık bir alanda sıkışıp kalması sence de çok tuhaf değil mi?
Teknolojinin zenginliği içerisinde boğulup değerleri bir bir yok edişlerimiz mesela...çok sallamak istediğin ama omuzumuzda külfetmişcesine boyun büküşlerinin farkına varsan... 
Ve o küçücük ekrana bakmadan bir saat geçiremeyip herşeyden herkesten haberdar olmak isteyişlerine son verip derin bir nefes alsan...



Günbegün artan fırsatların aslında bizleri robotlaştırıp ruhumuzu biryerlere hapsettiğini farkettiğimde, en sevdiklerimle bütün bunların hiç varolmadığı biryere kaçmak istiyorum.
Sonra biri çıkıyor ve "yapamazsın ki..." diyor.
"Hiç görmemiş, hiç duymamış gibi olmaz ki"  diyor. 
Hak veriyorum...


Yinede, bütün bunları düşününce bu bahsettiğim araçlar insanları yönetmesin,  insanlar ihtiyaç duydukça o araçları yönetsin istiyorum.
Değerler kaybolmasın.
Özgürlük yok olmasın.
Mahremiyet açılmasın.
Vefa olsun.
Kıymet bilinsin.
Saygı bâki kalsın.

O kadar ulaşılmazı istiyorum ki, kendi kendimden canım sıkıldı!
Pöh!

Hadi bye

Goncagül "İstek"

13 Mayıs 2013 Pazartesi

İnsanlık Hangi Takımı Tutuyor?



Kelimelerin tükendiği sadece duyguların konuştuğu bir olay.
Sevinmesini de üzülmesini de bilmeyen bir toplum...
Öte yandan, öldürülen 20 yaşındaki genci hiçe sayıp bütün bir takımı suçlayan saçma zihniyetler...
Öldüreni de, öldürüleni de görmezden gelen onca insan...

Bütün bunların altında futboldan ve taraftarlıktan fazlası yatıyor.
Burada mesele renkler olamaz.
Kazanan bir takıma duyulan "öfke", olamaz...
Bu kadar ileri gidebilen bir insan "sağlıklı" o-la-maz!
Ezeli rakipmiş, kazanılan derbi imişşampiyon takışampiyon dönermis, Fenerbahçe ezikmiş, Galatasaray müthişmiş, ne oldu şimdi?!
Neden sevincimizi doğru düzgün yaşayamıyoruz?
Neden böyle...
Bir insan öldü.
Bir annenin canı yandı.

Tıpkı bu ülkede gelişen diğer acımasız "hastalıklı" olaylar gibi, bu da bir gün unutulacak ve ateş düşğü yeri yakacak.

Keşke sussalar. Sussanız keşke. Sussanız da  ağzınızdan çıkanı kulağınız duysa.
Keşke bir ölümü başka bir ölümle kıyaslayıp iyice insanlıktan çıkmasanız.

Bu ne Galatasaray ne de Fenerbahçe davası...
Bu, takımını kendini kaybedecek kadar putlaştırıp ona tapan tutsak bir ruhun merhamete muhtaç canavarlığı...

Burak Yıldırım artık yok

Goncagül "Fenerli?nsan"