Adımlarıma Işık

28 Aralık 2013 Cumartesi

Korkuları Yenmek...

Acayip zordur!
Zaman alır.
Neredeyse imkânsız gibidir ama aslında imkânsız olan hiçbir şey yoktur...diyorum ve başlıyorum.

Sanırım 15 yaşındaydım. Okul gezisi var, tüm lise öğrencileri heyecanlı. Evden uzaklaşacağız, yeni yerler gezip göreceğiz ve en eğlencelisi sevdiğimiz arkadaşlarla birkaç gün boyunca 24 saat beraber olacağız. Çocukluk işte... bunun gibi birçok şeyi marifet sayardık. Güzeldir çocukluk saftır. 
Velhasıl, Belçika'nın en güzel yerlerinden biri Ardenne'ler kendi başmıza buyruk yaşamak için iyi bir firsattı. 
 Odamıza çekilip uyumamız gereken saatlerde kıkırdanır...sırlar anlatılıp sır olmaktan çıkar...acılar ve sevinçler paylaşılır... paylaştıkça çoğalan yakınlıklar ve uzaklıklar birbiriyle yarışır...
Neyse, konu bu olmadığı halde yazım gitmemesi gereken yerlere gidiyor.

Bir sabah uyandık, hazırlanıyoruz. En rahat ayakkabılarımızla en kalın montumuzu giyinmemiz gerekiyor. Dağlarda gezeceğiz, tırmanıp zirveye çıkacağız, sürünüp böceklerle tanışacağız, bir yaprağın damarlarını inceleyeceğiz, geyiklerin sırtını sıvazlayıp kuşlara uçmayı öğreteceğiz derken dağ-tepe-patika yürü babam yürüyoruz...
Yol bitmiyor, nefes nefese tırmanmaya devam ediyoruz. Öğretmenimizin gözünün içine bakıyor ama adeta umursanmayıp tehlikenin dibine dibine giriyorduk! Danger yazılı tahta pankart bize bakıyor biz ona bakıyoruz sonra bi de öğretmene sorgulayıcı bakışlar fırlatıyoruz ... Ses seda yok, yürüyeceksin, mecbuuur.

Bu yol yol değil. Keşke telefonumu yanıma alaydım. Hayatta hiçkimseye güvenmeyeceksin. Öğretmende bir insanoğlu nihayetinde, diye diye  tırmanmaya devam ettim. Yağmurlu hava nedeniyle ıslanmış ve yosun tutmuş dağlara tırmanmanın iki kat daha zor olduğunu söyleyebilirim, bir dağcı olarak... Artık tırnaklarının içi leş gibi olmuş, suratın çamur, dizlerin çizik çizik kanlar akıyormuş hiç aldırış etmiyorsun. En "doğal" halinle bir an önce bu serüveni layıkı ile bitirmek için Tanrı'ya sadece yalvarıyorsun. Ciddi ciddi. Belki de bu son günümdür, belki bir daha eve hiç dönemeyeceğim, serden öyle ya da böyle vazgeçmek zorunda kalacağım, hiç olmazsa dağın tepesinden düşmek gibi bir ölüm olmasaydı iyidi... diyerek alnımdan süzülen terleri silemedim bile. Elimi çekersem uçurumdan yuvarlanırım korkusundan. O derece yani! Fatoş diyorum, bi hal çare bul. Gidiyoruz. Bu biyoloji öğretmenine ne kadar güvenebiliriz ki? Adam belimize ip bağlayıp bizi ordan oraya indirmeye çalışıyor. İp saglam mi, adam güçlü mü, ne yaptığını biliyor mu, akil sağlığı yerinde mi? biz ne yapıyoruz burada... ah annem annem way annem annem.

Diğer öğretmenler şaşkın balık misali sözde yol gösterenimizi takip ediyorlar ama onlarda tırsıyorlar ve bizi en çok tırstıran olayda bu oluyor. 
Bir baktım ki Fatoş'la uçurumun kenarındayız, hızır. Şimdi muhteşem matematiğimle size dağın aşağı yukarı kaç yüzbinbeşyüzmilyon metre olduğunu söylemek isterdim ama, ...
Bildiğin, herşey aşağıda nokta olarak bile görünmüyor, hiç görünmüyor. Sağım solum, önüm arkam, etrafım komple uçurum. Tam yamacımda Fatoş sığınmış ve hatta pısmış oturuyoruz öylece. Adam diyor ki şimdi teker teker hepinizin beline halat bağlayıp buradan yavaşca aşağı sarkıtıp indireceğim. Be adam! oraya niye çıktık biz o zaman? Neyin aksiyonu bu... Neyin özenmişliği?! Neyin garezi...Ben bu korkuyla nasıl inerim... Tepe de biraz kıpırdasam kendimi yerde bulurum. Bizimkilere nasıl hesap verecek bu hoca diye düşünürken, Fatoşun telefonunu istedim. İster inan, ister inanma, bizimkileri arayıp son konuşmamı yapmayı planlıyordum. Öyle bir korku yoktu. Çaresizlik desen hat safhada. Ya düşecen, ya düşecen.. hertürlü ölecen. 

İşte tam da bu düşünce ile beraber mecburi bir cesaret çöktü üstüme. Herhalukarda öleceksem, en azından deneyip öleyim diyerek halatı belime bağlattırdım. Teslim oldum.

**
Gördüğünüz üzere ölmedim.

Fakat bu acı yaşanmışlık bana bir fobi halinde geri döndü.
Kapalı ve güvenli ortamlar (uçak vs...) hariç, yüksek olan heryerden midem bulanırcasına, gözlerim dolarcasına korkuyorumun da ötesi!

Sene 2013, geldik bu yaşa. Bu anıyı unutmak mümkün değil. Zannedersin buharlı bir cama "I will be back........" yazıp geri gelecek biyoloji ögretmenim. İzleri var. Çok derin.
Fenerbahçe Ülker- Nanterre basketbol maçını seyretmek üzere Adamımla Kadıköy yollarını tuttuk. Herşey yolunda. Nasıl mutluyuz! Formalar, takımdaşlar, kalabalık-sevinç derken arenadayız. 
İçeri girdik yerimizi alacağız...
DA DA DA DAN....!
Bi oturdum.
Bi baktım etrafıma.
Dönüyorum...?!?!?
Resmen 10 yıl öncesine döndüm. Fellik fellik biyoloji öğretmenimi arıyorum etrafta bulup aşağı atacağım. Öyle!
Nasıl korkuyorum. Son anda bilet bulduğumuz maçta, ancak balkon tarafında yer bulmuştuk. Ama ben nereden bileyim arenanın bu kadar muazzam güzellikte ve büyük olduğunu. Balkon tarafının bu kadar yüksek ve boşlukta olduğunu?!
Çağdaş yanıma oturdu. Adam mutlu tabi ne güzel. Gerçi biraz üzgündü, zira adamlar yükseklikten 1.50 boyunda görünüyorlardı ki çok insaflıyım şu an.
Sorun şu; balkon tarafı çok yüksek evet, ama ön tarafı boşlukta olmasaydı problem yoktu. Yani basketbolcumuz skor yapsa biz sevinçten zıplayıp tezahürat etmeye kalksak aşağı basketbolcuların yanına doğru yuvarlanırız. Ciddiyim.
Önüme bakıyorum. Etraf müthis kalabalık. Malum Fenerbahçeliyiz normal bi durum bu. 
Yine önüme bakıyorum, aşağı potaya, oyunculara, belki Aziz Başkanı görürüm diye daha da aşağılara ama hayır.... Midem bulanıyor! Ben Çağdaşa bakıyorum Çağdaş sevinçle gözüme. Söylesem mi söylemesem mi...
Goncagül korkusuyla yüzleşmeli! Başarabilirsin... Son zamanlarda sürekli yaptığın şey bu! Burada otur. Kal. Söyleme. Imkânsız degil...

Olmadı.

Ya Adamıma zehir edecektim maçı, ya da ben ölecektim. Orada oturmaya devam ettiğim sürece ikisinden biri olacaktı.
Çok zorladım kendimi korkumu yenmek için, çok çabaladim.
Nafile.
Bu defa isteyince olmadı.
Sonra sayemde daha alt katta oturduk ve maçı izlemek daha keyifli oldu o da ayrı mesele ^^  var her işte bir hayır...

Anlayacağın bazı korkular şıp diye gitmesede, gidecek birgün gidecek.

Bunu da yeneceğim.
Yener insan.

Goncagül "Teşvik"

24 Aralık 2013 Salı

Cingıl Belz!

Aralık, hayatın anlamını bir kez daha candan kutlama fırsatını bize tanıyan en sevdiğim ay.
Dışardaki soğuk havaya rağmen sıcacık kalpler.
Sevinçle gülümseyen yüzler.
Parlayan gözler.
Ticaretten uzak, günümüzde maalesef unutulmuş olan manâ'yı iliklerine kadar hissedip Kurtarıcının doğuşunu kutlayan herkes...

Gözlerim yorgunluktan hem kuruyor hem akıyor, ne yapacaklarını onlarda bilmiyorlar : )
Ama o derinlerdeki huzur ve esenlik kaynağı hepsini silip süpürüyor...
Küçücük bir ışığın yanında Sevgilimin sıcak kokusu yetiyor.
Kapıyı kapatınca, herşey dışarıda kalınca, Tanrı'nın güvenli eli sırtını sıvazlayınca yorgunluk morgunluk kalmıyor... : )
Memleket halleri can sıkarken, insanlar ikiye üçe bölünürken, birileri konudan habersiz kendi çemberinde dönüp dururken Sevgi ruhumu okşayıp yatıştırıyor.
İzin vermiyordum.
İzin veriyorum artık...
İnsanlık hali. Kayıtsız kalamıyorsun ki? 
Üzülüyosun, çözümlemeye çalısıyorsun belki.
Kulaç attıkça yorulan kolların, istenmeyen sonuçlarla karşılaşmaların ister istemez bezdiriyor.
Ama öğreniyorsun zamanla pencerelerini kapatmayı : )
Herkesi olduğu gibi kabul etmenin gururuna aykırı olsa bile, o gururu söküp atıp huzurun bundan geçtiğini...

Hep diyorum, yine diyorum, Aralık ay'ı hep sürpriz yapar bana.
Tanrı'nın benzersiz dokunuşlarının kesinliği ve güvenilirliği tarifsiz.

Şükürler olsun bu güzel hayat için.
Aldığım her soluk için.
Aşkım için.
Merhametin ve emsalsiz Sevgin için.

Kutlayan herkesin Doğuş Bayramı kutlu mutlu bol bereketli olsun! : )

Goncagül " Işık "