Adımlarıma Işık

19 Ekim 2011 Çarşamba

Kız Kalbi

Güneş battı sayılır. Mumumu da yaktım. Hazırım.

Bazen ummadığın ortamlarda ummadığın bir kişi tarafından sessizce baskına uğrayabiliyorsun. Sessizce ama. Sadece bakışarak. Kişi, gözlerinin içine öyle bir dalıyor ki hiç çıkmayacak zannediyorsun. Gözlerini kaçırarak onu bu zevkten mahrum etmekte buluyorsun çareyi. Hani bıraksan, devam edecek çünkü gözleriyle birşeyler anlatmaya. Azarlamaya biraz. Soru sormaya. Merak etmeye. Ve sonunda seni çok sevdiğini söylemeye.

Bu sabah erkenden annemin mesajı ile uyandım. "Günahkârlara imrenmektense, sürekli RAB korkusunda yaşa. Böylece bir geleceğin olur ve umudun boşa çıkmaz. ~Özdeyisler 23:17". Tabii sabah sabah gözlerimin önünde hâlâ beyaz bir perdenin olması ve perdenin arkasında hâlâ -hatırlamaya çalıştığım- rüyalarımın dönmesi, ayeti anlamakta biraz zorladı beni. Hoş, hemen anlamaya çalışmadım. Sadece en son cümle dönüyordu beynimde. Ve umudun boşa çıkmaz. Son günlerde tam olarak bu konu ile ilgilendiğimden, hemen ayetin başını tekrar okumaya başladım. Mecburen terkettim sıcak yatağımı ve mecburen ayılmaya çalıştım. Sendeleye sendeleye bir önceki günün getirdiklerini ve yok ettiklerini düşünmeye başladım. Sonra vazgeçtim bundan. Aklımda sadece akşam keşfettiğim bir şarkı çalıyordu. Ben Sana Ölüyorum...

Soğuk havaya inat üzerime hiçbir şey almadan dışarı attım kendimi. Kış güneşi sinsi sinsi sırıtırken yukardan ben üşümemeye kararlıydım. Kendimi çok kasınca bunu başarabiliyorum ilginçtir. İnsan her başarmak istediğini kendini 'kasınca' başarabilseydi nasıl olurdu kimbilir.
On yaşındaki kuzenimi uyur vaziyette bulurum diye düşündüm. Çoktan uyanmış pijamasıyla dolanıyordu evde. Göz kulak olmak için geldiğim evi kahve ve croissant kokusu sarmıştı. Saat 10'a geliyordu. Lukas, legoları ile meşgul olduğundan yüzüme bile bakmadı. Hayal kentine bir bina daha dikmek istiyordu. Sorun şu ki, arabaları ağır bastığından kendi elleriyle inşa ettiği binasına arabasını çarpıverdi. Yıkıldı legolar. Umurunda bile değildi... Ablası kendince bir karar almış onu açıklıyordu. Kararı almış almasına ama, gözleri onay bekler gibi fıldır fıldır süzdü beni. Bir fincan kahve almak için kalkıp "Olmuyorsa kendine bir saat belirler, o saate kadar kullanırsın. Böylece belki disiplinli olmasını da öğrenirsin" derken kendime şaşırdım. Disiplinden bahsediyordum. On yaşındaki bir kız çocuğuna nutuk çekmek hiç zor değil. Fakat hayatı boyunca pekte disiplinli olamamış bir genç hanım olarak  disiplinden bahsedince, ağzımdan çıkanlara inanamadım. Hal böyleyken nasıl bir kararlılık aşılarım, bilemedim. Zaten fikrimi söyledikten sonra o'nun ne yapıp yapmadığı önemli değildi. Nasıl olsa hayatı boyunca benden bugün duyduğu bu 'disiplin' örneğini hiç unutmayacaktı. Zira heryerde karşına çıkacaktı...

Sıcak kahve içime yayılırken ve kafein uyarıları beynime hucum ederken her yıl tekrar tekrar oynatılan 'Hayat Bilgisi'ni kimlerin bıkmadan izlediğini sordum boş boş. Neredeyse her sahnesini ezberlediğimi farkettim. Sabah olacaktı, Kerem ablası Afet tarafından bağırış çağırış ile uyandırılacaktı, Afet'in elinde bir bardak süt olacaktı, Kerem kızacaktı,...

- Ben İstanbul'a gitmek istiyorum! diyen kuzenin sesiyle uyandım gereksiz sorgulamalarımdan. Yüzüne baktım. Nasıl yani hissetmiş olabilir miydi? Yüzümden çok mu belliydi? Ben susmuş ve öylece bakakalmışken sessizliğimi,
- Çok özledim... diyerek bozdu. Kalbimin ritmi hızlandı. Yok artık... diye düşünürken, 
- Sen istemez misin? dedi. Durdum. Baktım. Gülümsedim. 
- İstemez miyim. Çok isterim. Ben de özledim...

On yaşındaydı. Bir kız çocuğuydu. Çocuktu gözümde. Herzaman olgunluğuna inandığım ama, bu kadar da olmaz dedirten... Daldı gözlerimin içine. Lafımın üstüne laf söylemedi. Neden? Nasıl? Kimi? gibi sorularını sormak yerine gözlerimin içine bakmayı tercih etmişti. Gülümsüyordu. Ayrımadı gözlerini. Ben de gülümsedim. Sessizliğimizi bozan bir bağ vardı aramızda. Bu ne kuzen ilişkisi ne de başka birşeydi. Düpedüz anlaşılıyordum. Hem de hiç anlatmadan. Sorular cevap vermek zorunda olmadan anlatıyordum. Anlıyordu. Sessiz ama çok kıymetli olan bu paylaşımdan dolayı seviniyordu küçük bedenindeki koca yüreği. Kalbinin pır pır edişini duyar gibiydim. Küçük kuzenim, en değerli 'genç bir kız olma' yollarını -maalesef- Justin Bieber'e tapılan bir dönemde yürümekteydi. Yaşıtlarımın bile beni rahatsız edici desteğine tamamen sırtımı dönmüşken küçük bir kızın içime akışını izledim bir kaç dakika.
Yerinden fırlayıp, "Dur sana şarkı açayım! Açayım mı?" diye sordu. "Aç tabii. Takıl kafana göre" dedim. 

Başından sonuna kadar dinlemeye korktuğum, hatta başını bile doğru düzgün dinlemediğim bir parça çalmaya başladı. Kuzen yüzünde bir beklentiyle baktı yüzüme. Hınzırca güldü. Hâlâ ta derinlerimde sakladığım bir gerçeği sadece o'nun bilip bilemeyeceği endişesiyle düşünürken aslında gayet saçmaladığımı farkettim. 





- Ben bu şarkıyı hiç başından sonuna kadar dinlemedim, dedim.

Değmesin ellerimiz...

Şarkının sözlerinde boğulurken her bir cümlenin yüzüme fiske indirişine ses çıkarmadım. Kuzen, Fatma'ya eşlik ederken ben inen fiskeleri iyileştirmeye çalıştım.

İşte birkez daha durup karşında/Belki de son defa soruyorum sana/Bitti mi hikâyemiz?/Bu ne biçim son böyle?/Değmez miydi sevgimiz savaşıp direnmeye?...

Bitmesin hikâyemiz...

dedi Fatma.

Bittim o an da.

Bazı şarkıları hissediyorsun. Dinlersen ölürsün. Fena döver çünkü, baş edemezsin. Kuzen beni kendi elleriyle sürgüne ittiğini farkediyormuydu bilmiyorum ama, paha biçilmez bir yirmi dakika geçirdiğimi söyleyebilirim. Hem de beni hiç anlamayacağını düşündüğüm on yaşındaki bir kız çocuğu tarafından.

Teşekkür ediyorum sana. Okursun belki birgün gerçek bir genç hanım olduğunda...

Goncagül "Abla"


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Aman diyim birdaha düşün!